3.6 İYYAKE NA’BUDU VE İYYAKE NESTA’İYN

İyyake na’budu ve iyyake nesta’iyn;

Sadece sana kulluk ederiz ve bunun farkındalığı için yardımını niyaz ederiz. (El Esmâ ül Hüsna anlamlarını açığa çıkarmak suretiyle tüm yaratılmışlar olarak sana kulluk etmekteyiz ve bunun farkındalığına ermemiz için yardımını isteriz)

Kur’ân Çözümü, Fâtiha Sûresi

 

Sahabeden İbni Abbas (r.a.) ayetteki “kulluk” kelimesini “irfan” olarak yorumlamıştır. Şöyle ki, Fâtiha sûresinin ilk dört ayetinde Allâh kavramı (Allâh’ın ne olduğu) açıklanmaktadır ve bu açıklamanın ardından (yeni, beşinci ayette) Allâh’a kulluk etmekte olduğumuzun farkedilmesi hedeflenmiştir.

Yani Fâtiha sûresinin ilk dört ayetindeki bildirimlerden amaç, kişinin Allâh’a kulluk etmekte olduğu gerçeğinin bilincine varmasıdır. Dolayısıyla ayetin “sadece sana kulluk ederiz..” kısmının anlaşılması ve ikrar edilmesi, amacın hasıl olduğunun tescilidir.

Bu farkındalıkla kişi Allâh’ta yokluğunu idrak ederek tasavvufta “fenâfillâh” denilen, mutlak faili müşahede etme anlayışı açıklığına kavuşur.

Gaybi’nin (k.s.) dediği gibi: “Şimdi irfan vaktidir!..”

Artık kişilerle ve olaylarla uğraşmayı bırakır ve ardındaki ilahî kudretin (Allâh Esmâ’sının) hikmet sistemiyle kişi ve olayları nasıl meydana getirdiğini müşahede ederek Allâh hakkında fikir sahibi olur.

Üstadım Ahmed Hulûsi bu hususu “Vahdet ve Kesret Gerçeği” yazısında şöyle açıklar:

“Tasavvuf erenleri, tasavvuftaki yolculuğu, “başladığı noktaya gelen daireyi tamamlamaktır” diye tarif etmişlerdir.

Bireysellik ve birimsellik noktasından hareket eden düşünce yolcuları, aşama aşama eşyanın (şeylerin) hakikatine ilerleyerek, her şeyin TEK’ten var olduğunu müşahede ederler. Bu boyutta, basiretleriyle tespit ederler ki, hakikatleri itibarıyla, çokluk yani kesret mevcut olmayıp, varlık TEK’ten ibarettir. Ne kendileri ne de çeşitli boyutlar ve evrenler hiç var olmamıştır!.. Böylece yarım daire tamamlanmış, “Fenâfillah” gerçekleşmiş olur…”

“İnsan ve Din” kitabı, “Vahdet ve Kesret Gerçeği”

 

Ayetin ikinci kısmında… Yani, “ve bunun farkındalığı için yardımını niyaz ederiz..” kısmı ise tasavvufta “Bakabillâh” denilen, yokluğun karanlığında Allâh ile ihya olma açılımıdır.

Bu açılım, beynin çalışma mekanizmasını kavramak suretiyle, potansiyelindeki Esmâ’ya kayıt getirmeden yaşama ilmidir. Öyle bir ilmî açılım ki bu… Hangi fiilin beyinde hangi devreleri nasıl harekete geçirip, hangi potansiyelleri tetikleyeceğini ve bunun kişiye kazandırdıkları veya kaybettirdiklerini anlamış olarak, “Sünnetullâh’ta yaşam” bilgisiyle hareket etme erdemidir.

Böylece kişi hem dünyasını ve hem ahiret yaşamındaki saadeti için “şerî hükümlere” uyması zorunluluğunun nedenini anlamış olur. Bu hükümleri bildiren Nübüvvet müessesesinin önemini kavrar ve “Sonra da ona (bilince) takvasını (korunmasını) ilham eder…” ayeti gereğince, onda teslim olma gereği hasıl olur.

Üstadım Ahmed Hulûsi aynı yazısında bu hususu şöyle açıklar:

“İkinci yarım dairenin yolculuğu kolaylaştırılmış olanlar ise burada kalmayıp, fıtratları gereği olarak seyirlerinde devam ederler… Bu defa TEK’in İlim sıfatının, “Müriyd” ismiyle işaret edilen irade sıfatı aracılığıyla Kudrete dönüşerek, kesrete ait ilmî suretleri meydana getirdiğini; bu ilmî suretleri hâvî mücerred meleğin, kendisinden açığa çıkma mahalli olan “RUH” adlı müşahhas meleğe dönüştüğünü, bundan meydana gelen hamele-i arş denen müşahhas meleklerin varlığını ve boyut boyut bunlardan meydana gelen diğer müşahhas melâikenin varlıklarıyla evren içre evrenlerin ve sair varlıkların oluşumunu müşahede ederler. Nelerden nelerin nasıl meydana geldiğini, hangi müşahhas melek (kuvve)lerin hangi kuvveler -varlıklar- şeklinde açığa çıktığını seyrederler. Seyredenin, gerçekte kim olduğunun bilincinde, varlıksız olarak!..”

“İnsan ve Din” kitabı, “Vahdet ve Kesret Gerçeği”

 

KULLUK ile ilgili bir başka incelikte şudur…

Her oluşun, oluşum programı gereği bir gayesi vardır ve derinden gelen bir dürtü ile o gayesine ulaşmayı ister.

İnsan, oluşumu itibariyle hakikat şuuruyla yaşayabilecek bir gaye (kapasite) ile meydana gelmiştir. Dinî terminolojide bir insanın oluşumundaki gaye istikametinde beynini değerlendirmesine “nefsinin hakkını vermesi”, bunun aksi ise “nefse zulüm” diye anlatılmıştır. Sonsuzluk ve sınırsızlık kavramlarından dahi beri olan Allâh ismi manası ışığında kendini tanıyabilecek aşkın bir beyin kapasitesiyle var olan insanın, beynini ölümlü bedenin sınırlı dünyasıyla meşgul etmesinin dindeki karşılığıdır “nefse zulüm”dür.

Bilim gözüyle beyni incelediğimizde, onun ölümlü bedenin sınırlı dünyası için var olmadığını rahatlıkla fark ederiz. Zira insan her ne kadar bedensel kimliği ile dünyadaki yaşamını sürdürse de, derinden gelen bir dürtü ile kendini beden ötesinde bulmayı ve tanımayı arzulamış ve bu konuda hep bir arayışları olmuştur. Bu da insanın sadece bedenin sınırları dünyası için değil, daha yüksek bir ideale ulaşma gayesi ile var olduğunun açık bir belirtisidir.

Doğrusunu bilen Allâh’tır!.