Uyanış
BÖLÜM 1.1 UYANIŞ
İşte böyle… Senden önce hangi topluma bir uyarıcı irsâl ettiysek, oranın zengin ileri gelenleri şöyle dediler: “Biz atalarımızı bu din anlayışı üzere bulduk ve biz onların eserlerine (şartlanmaları, genleri) uyanlarız.
(Hz. Rasûlullâh) dedi ki: “Eğer size, atalarınızın üzerinde bulunduğunuzdan daha doğruyu getirmişsem de mi?” Dediler ki: “İrsâl olunduğun bilgiyi reddederiz!”
Kur’ân Çözümü, Zuhruf sûresi 23-24
Üstadım hac bayramınızı kutlar, elinizden öperim.
İmanımın gereğini samimiyetle ne kadar yaşadığım konusunda kendimi sorgularken aklıma şöyle bir soru geldi:
“Hz. Muhammed’in (s.a.v.) bildirdiği İslâm dinini ve sizin İslâm dinine dair açıklamalarınızı kabul etme noktasına nasıl geldim?.”
Bu soruyu iki farklı açıdan sorguladım.
Birincisinde “çoktan tek’e” bakışla; ikincisinde “tek’ten çok’a” bakışla anlamaya çalıştım, ki bu iki bakış açısının hem getirileri, hem de aralarındaki kıyasa gelmez fark zihnimde belirginleşsin istedim.
(Not: Tek’ten çok’a bakış = Özden göze bir yöneliştir.. Bilginin çekirdek tekilliğinden bir sistemle düzenli bir şekilde açılarak ağaca, oradan da meyveye doğru giden gelişim yolunu seyretmektir. Bir diğer ifadeyle oluşturandan oluşumlara varmaktır.
Çok’tan tek’e bakış = Gözden öze bir yöneliştir.. Ağacın herhangi bir noktasından hareketle, başlangıç noktası olan çekirdeğe varma çalışmasıdır. Yani oluşumlardan oluşturana bir yol bulmaktır.)
SORUMU çok’tan tek’e bakışla sorguladığımda…
İslâm dinini kabul etmemin bana göre sebebi, bir çok insanda olduğu gibi, müslüman bir aile ve çevrede yetişmiş olmamdan kaynaklanmıştır. Çünkü Hz. Muhammed’i (s.a.v.) ve öğretisini kabul etmemde kendi dahlim hiç olmadı.
Sizin İslâm dinine dair açıklamalarınızı kabul etmemin sebebi ise, öncelikle müslüman olmamdan ileri gelmektedir.. Sonra da bilim ve mistisizme karşı ilgili olmam tabiki.
Acaba bir Hristiyan, Yahudi veya ateist bir aile ve çevrede yetişmiş olsaydım, sizin bilimsel veriler ve bulgular eşliğinde İslâm dini hakkındaki açıklamalarınıza yine de açık olabilecek miydim?
Evet, ilminiz ışığında farkettim ve gördüm ki…
Toplumsal örf ve adetlerle harmanlanmış inanç değerlerim -yani, Müslümanlığım- ile Hz. Muhammed’in (s.a.v.) İslâm dini kapsamındaki bildirimleri birbirinden TAMAMEN farklı şeylerdir.
Böylece bir yandan Kur’ân ve hadislerdeki metaforların işaret etmekte olduğu gerçekleri tespit ederek aydınlanmanın heyecanını yaşarken…
Ne acıdır ki, diğer yandan şartlanma yollu kabul etmiş olduğum inanç değerlerimi farkında olmaksızın muhafaza etmiş ve ilminizden yararlanarak bilinçaltında geliştirmeye devam edip, daha mükemmel (!) bir müslümanlığa dönüştürmüş olduğumu gördüm.
Dolayısıyla Hz. Muhammed’in (s.a.v.) öğretisini gerçek manada anlamak istiyorsam, yetiştiğim çevrenin geleneksel ve göreneksel bilgilerinin bilinçaltımda derin izler bırakmış (huy ve alışkanlık haline gelmiş); yanlışta devam etmemi sağlayarak gerçek manada aydınlanmama sürekli engel olan yanlış bilgi bazlı derin duygularımdan da arınmak zorundayım.
Örneğin, Kur’ân’da “kitap ehli” diye bahsi geçen Yahudi ve Hristiyanların, ataları tarafından şartlandırılmış bir inanç üzere yaşadıkları için dalâlette olduklarıyla ilgili bir çok ayet vardır.
Bu ayetler düşünmeden, sorgulamadan ve anlamadan kabul etmenin acı sonuçlarını türlü misallerle açıklayarak, son Nebi Hz. Muhammed’e (s.a.v.) dahi kulaktan dolma bilgiyle inanmanın çok tehlikeli anlayış sapmalarına yol açabileceği hususunda bizleri uyarır.
“Hz. Muhammed Neyi Okudu” kitabınızda Hz. Muhammed’in (s.a.v.) risâletinden önce, ailesi ve çevresi tarafından kabule şartlandırılmış bir inanç üzere (Kur’ân tabiriyle “atalarının inancı üzere”) yaşamadığından bahsettiniz. Bu konu üzerinde yaptığım araştırmalar; bana Hz. Muhammed’in (s.a.v.) din (varlığın hakikati ve oluşum sistemi gerçekleri) anlayışının yapılanmasında, kendisinden önce yaşamış bir rasûl ve nebinin etkisi ve yönlendirmesi olmadığını farkettirdi.
(Not: Tevrat ve İncil’in etkinliği yok derken, bu bilgiler bir toplum veya kişi tarafından Hz. Muhammed’e (s.a.v.) öğretilmemiştir. Yoksa istisnalar hariç Kur’ân’da bahsi geçen tüm rasûl ve nebiler aynı nesilden meydana geldikleri için, “Velâyet”, “Risâlet”, “Nübüvvet” gibi özellikler ve her bir rasûl ve nebinin kemâlatı ile hayat bilgisi genetik yollu birbirlerine intikal ettiğinden, bu hem risâlet ve nübüvvetin oluşumuna zemindir; hem de konusuna göre ilgili bilgiler tekrar çağrıştırılabilir. Bu da düşünceme göre vahyin bir türünü oluşturmaktadır.)
Çevrenin etkin olmadığı, “vahye” (beynin epifiz destekli ilham ve sezgi gibi aşkın algılama kapasitesine) dayalı bir bilgi edinimi yoluyla oluşmuş din (varlığın hakikati ve oluşum sistemi bilgisi) anlayışına sahip olan Hz. Muhammed’i (s.a.v.) anlamaya yatkın ve öğretisinden yararlanacak olanlar; şartlanmaların tesiri altında kalmayan özgür düşünce sahipleridir.
Bunları düşünürken aklıma şöyle bir soru geldi:
Hz. Muhammed (s.a.v.) “Ceddim İbrahim…” derken, neden Hz. İbrahim’, (a.s.) diğer rasûl ve nebilerden kendine daha yakın görmüştür?. Halbuki kendisinden önce yaşamış, kendisine zaman bakımından daha yakın olan Hz. İsa (a.s.) varken ve Hz. İbrahim (a.s.) ile kendisi arasında gelmiş birçok rasûl ve nebi olduğu halde?
Bu soru üzerine Hz. İbrahim (a.s.) ile ilgili Kur’ân ayetlerini tezekkür ettim ve Hz. İbrahim’in (a.s.) de din anlayışının oluşumunda, tıpkı Hz. Muhammed’de (s.a.v.) olduğu gibi, toplumsal bir koşullandırma ve yönlendirmenin olmadığını fark ettim.
Hz. Muhammed (s.a.v.) için Kur’ân’da kullanılan Ümmî Nebi ifadesindeki ÜMMÎ kelimesi: “anlayışı yaratıldığı saflık üzere olup, fıtratı (hakikat şuuruyla yaşama yetisi olan yaratılış programı) çevresel etkenlerle bozulmamış...” anlamında söylenmiştir.
Nitekim “Her doğan çocuk İslâm fıtratı üzere doğar. Sonra, anne-babası onu Hristiyan, Yahudi veya mecûsi yapar..” hadisi dahi insanın aile ve çevresinin göresel doğrularına şartlandırılarak, fıtratındaki safiyetinden (aslî kimliğini bilme ve yaşama yetisinden) uzaklaştırıldığına işaret etmektedir.
Şah veliyyullâh Dihlevî (k.s.) bu konuyla ilgili “Hüccetullâhi’l Bâliğa” isimli eserinde şöyle der:
“Rasûlullâh’ın getirdiği şeriatın (öğretinin) manasını kavramak istiyorsak, önce şu hususları anlamamız gerekir: Birincisi, ümmîlerin halinin bilinmesi. Bilindiği gibi, İslâm şeriatı (öğretisi) ümmîlere gönderilmiştir ve teşride (eğitimde) esas, onların hali olmuştur. İkincisi, onların içinde bulundukları halin, nasıl ıslah edildiğinin (geliştirildiğinin) bilinmesi.”
Evet, Hz. Muhammed’e (s.a.v.) inzal olmuş Kur’ân ayetleri ve açıklamalarının temelindeki düşünsel tabanı anlayarak, O’nun şeriatından (öğretisinden) yararlanacak olanlar, fıtratı (yaratılışındaki hakikat şuuruyla yaşama yetisi) çevresel etkenlerle bozulmamış ÜMMÎ’lerdir.
Buraya kadar yazının başındaki sorumu çok’tan tek’e bakışla ele almaya çalıştım. Şimdi bir de konunun tek’ten çok’a bakışı diye belirtilen hakikat yönüne bakalım..
HAKİKAT şudur ki…
Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Allâh ismiyle açıkladığı ve Vahid’ül Ahadüs Samed (sayısal çokluk kabul etmez som TEK) vasıflarıyla tanımladığı hakikat, ilminde bir birimi ne iş için var etmişse (onda hangi Esmâ özelliklerinin açığa çıkış seyrini takdir etmişse), o birimde Allâh Esmâ’sının ilmî ve kudret açılımı varoluşu istikametinde gerçekleşir.
Her birime, varoluş gayesine ulaştıracak düşünce ve fiiller nüvesinden gelen bir biçimde kolaylaştırılmıştır ve birimin tercihi veya gönlünün meyli de kendine kolaylaştırılandan yanadır.
Buna göre benim Hz. Muhammed’i (s.a.v.) ve sizi kabul etmemin esas nedeni, öncelikle Allâh’ın bende açığa çıkışını seyretmeyi dilediği Esmâ’sının o doğrultuda olmasındandır.
Varlıkta hiçbir şey rastgele meydana gelmediğinden -varlıkta Allâh takdiri esastır- ve her oluş bir diğer oluş eliyle tetiklenerek harekete geçirildiğinden -kader mekanizması-; Allâh farkındalığını -Velâyetini- yaşattığı kulları eliyle -Risâlet ve Nübüvvet işlevleriyle-, farkındalığı yaşatmayı murad ettiği kullarını etkiler.
Yaşam alanımız olan dünyamız ve kişiliğimiz, beyin veritabanının sistemsel açılımıdır. Buna göre her birimizin yaşamı beynimizin kendi içinde kurguladığı hayal dünyasında geçer. Beynimizin içindeki hayal dünyasında doğar, büyür ve ölümle holografik evrende boyutlar değiştirerek yaşamımızı sonsuza dek bir hayal içinde sürdürmeye devam ederiz.
Dünyamızı ve kişiliğimizi meydana getiren beynimizde ise kuantum yasaları, dolayısıyla dalga mekaniği geçerlidir. Zaman ve mekan algımız, hatta algılayan varlığımız (bilincimiz) dahi beyinde belirli faktörlere dayalı bir dalga çökertmesinden oluşur.
Newton’un deterministik fizik yasaları, beş duyu algılama sistemini baz alan bir görüşten kaynaklanır. Gerçekte evren ve kapsamında var olan herşey kuantsal kökenli olup, holografik düzenlenmiş bilgiden ibarettir.
Varlığın aslı bilgidir (dindeki tabiriyle “ilim”)!.
Evren ve kapsamında var olan herşey; Allâh ismiyle açıklanan hakikatin İLMİNDE (gerçek yaşam alanımız olan uzay bir bilgi boyutudur…) İLMİNİ (Esmâ’sı ile işaret edilen vasıflarını) bir veri tabanı hükmünde olan İLMİYLE seyrinden ibarettir.
Burada konunun püf noktası “İLMİYLE” kelimesidir.
İlmiyle ifadesi, Allâh Esmâ’sının açığa çıkış seyrini tayin eden varlık yazgısıdır. Evren, bu yazgıdaki farklı açıların (ki her birim yazgıdaki bir açının temsilidir…) oluşturduğu içsel projeksiyonla var algılanan hayal içre hayaldir.
Yani, her birimin bu yazgıdaki açısını oluşturan algılama sistemine göre oluşmuş sübjektif bir evren algısı vardır.
Algı yetersizliğinden dolayı bizim çok boyutlu olduğunu zannettiğimiz evren, gerçekte Allâh ilmi olan Esmâ’sının açığa çıkış seyri için ilminde takdir edilmiş varlık yazgısı olup, buna tasavvufta boyutsuzluğundan dolayı NOKTA denmiştir.
NOKTA, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) risâletinin hakikati olduğundan, ona Hakikat-i Muhammedî denmiş… Evrenin yazılım bilgisini bünyesinde barındırdığı için Akl-ı Evvel ismini almıştır.
NOKTA bir çekirdektir, içinde evrenin bilgi kodlarını (yazgısını yazılım olarak) holografik esasa göre bünyesinde barındıran… Ki kainat ağacı hiçbir zaman bilfiil o çekirdekten açığa çıkmamıştır. Sadece çekirdek içindeki yazgının içsel projeksiyonları, algılayanlarda kainatın çekirdekten açığa çıktığı sanısına yol açmıştır!. Gerçekte NOKTA, o ikincisi olmayan Tecellî-i Vahid’dir.
Bir heyula’dır (dev hologram), ki evren içre evrenler ve her birindeki sayısız türlerin oluşumu ve gelişimi… Tüm zamanlar ve mekanlar hep o çekirdeğin kendi içinde yaşanan hayalî yansımalardır. Tıpkı bir hologram gibi, bu hayalî yansımalar duyu araçlarına göre, sadece algıda hükmen vardır.
Bundan dolayı Şeyh-i Ekber Muhyiddin Arabî (k.s.) şöyle demiştir: “Ayan-ı sâbite vücud kokusu almamıştır!”
Hakikat bu olduğuna göre…
Her birim var oluş amacına uygun ortam ve şartlar içindedir… Çünkü aynı veya yakın dalga boyunda titreşen beyinler, birbirini çekerler.
“Herkes sevdiğiyle beraberdir” hadisi, anladığım kadarıyla aynı dalga boyunda seyredenlerin birbirlerini çekerek dünyalarına almalarıyla ilgilidir.
İstenmeyen ortam ve şartlara gelince… Bu da beynin bir müddet eşi, taşıyıcısı ve yerine göre de düşmanı olarak nitelenen biyolojik bedeniyle yaşama zorunluluğundan kaynaklanır. Zira bedenin tabiatının iktizası olan şeyler, insanı hakikatinin gereklerini yaşamaktan perdeler.
İmam-ı Rabbânî (k.s.) bu hususu Mektûbât’ında şöyle anlatır: “Dünya ve ahiret birbirlerinin kumasıdır; biri memnun olursa diğeri kızar.”
Beyni bedenin esiri olmuş bir kişinin gönlünün meyli bedenin istek ve arzularından yanadır. Tıpkı bir mıknatısın demiri kendine çekmesi gibi, beyni de gönlünün meylettiği dalgaları kendine çeker ve çektiği dalgalardaki bilgi ile dünyası ve kişiliği şekillenir.
Buna mukabil beyni Allâh’tan yana iş görenin gönlü de varlığın hakikati ve oluşum gerçeklerinden yana olup, dünyası ve kişiliği de tabî olarak buna göre şekillenir.
Sevgi ve saygılarımla
Waalwijk, 15-11-2010