Yirmi Dokuzuncu Hadis-i Şerif

Rasulullah (s.a.v.) Efendimiz, Allâh-u Teâlâ ’dan hikâye ederek şöyle anlatıyor:

- “Allâh-u Teâlâ şöyle buyurdu:

- Bir kimse, bana bir karış yaklaşırsa... ben, ona bir arşın yaklaşırım...

Bir kimse, bana bir arşın yaklaşırsa... ben ona bir kulaç yaklaşırım...

Bir kimse bana yürüyerek gelirse... ben, ona koşarak giderim...”



Necm Sûresi, 39’uncu ayette şöyle der:

“İnsan için yalnızca çalışmalarının (kendisinden açığa çıkanların) sonucu oluşacaktır!”

Evet, Kudsî Hadis’te kişinin çalışmaları sonucu oluşacak yakîn halinin üç derecesine işaret edilmektedir.

Bunlar sırasıyla: İlm’el Yakîn, Ayn’el Yakîn ve Hakk’el Yakîn’dir.



1. İlm’el Yakîn:

Hz. Muhammed (s.a.v.) ’in Allah ismiyle açıkladığı Vahidü’l-Ahad-üs Samed’in (sayısal çokluk kabul etmez som TEK’in) ilminde ilmiyle Esmâ’sının açığa çıkış seyri dışında başka bir şeyin olmadığını bilmektir.

Bilmek derken, konunun sadece bilgisini edinmekten bahsetmiyorum. Hiçbir kuşku, tereddüt ve şüpheye yer bırakmayacak şekilde bu hakikati kavramaktan bahsediyorum.

Bu öyle bir kavrayıştır ki beş duyu ile algılanan kesitin ardındaki evrene (evrenin hakikati olan holografik tekil bilgide Esmâ seyrine), epifizden beyne geçiş yapan yüksek frekans desteği ile aklın ilham yollu vakıf olmasıyla mümkündür.

İlm’el Yakîn, Velâyetin başlangıcı olan “Mutmainne Nefs” düzeyidir.

“Tanrı/ilah yoktur, sadece Allah vardır; Muhammed (s.a.v.) bu anlayışın kulu ve Rasulüdür” cümlesi gerçeğine ilmen Şahâdet etmektir.



2. Ayn’el Yakîn:

Bir Esmâ potansiyeli olan beyinde, gerekli Esmâ’nın kuvveye (beyin devrelerine) dönüşmesiyle bir evvelki basamakta idrak edilen hakikatin hissi müşâhede denilen, içe doğan bilgi şeklinde veya vizyon ile deneyimleme halidir.

Yüksek frekansların beyin performansını artırmasından kaynaklanan bir biçimde bedenin kesitsel algı kayıtlarının dışında, holografik evren gerçeğinin içsel bir deneyimidir.

Bu hal, “Râdıye Nefs” düzeyidir.

İlm’el Yakîn ve Ayn’el Yakîn halleri Velâyeti Suğra’dır.

Kişinin mevcut anlayış düzeyi, onun zamanın ve mekânın olmadığı holografik tekil bilgide (Allah ilminde) Esmâ seyrinin yönünü otomasyonla tayin ederek bağlantı kuracağı bilgi kaynaklarını belirler (ki bu bilgi kaynakları evreni meydana getiren ana kuvvelerdir... Yani melekler!.) ve bu bilgi kaynaklarından ilham yollu edindiği ilmî açılımlarla ( “Efâl ve Esmâ tecellîleri ile” ya da Kur’ân ifadesiyle “Melekler ve Ruhun tenezzülü ile” ) varlığın hakikati, oluşum ve gelişim sistemi gerçeklerine (varlık sırlarına) vakıf olur. (Dokuzuncu Hadis-i Şerif bölümü, Tecellîler konusu). Tasavvufta buna keşif denmiştir.



3. Hakk’el Yakîn:

Ölmeden önce beden kayıtlarından kurtularak, beynin açılım kapasitesinin izin verdiği oranda holografik tekil bilgide Esmâ’nın açığa çıkışı seyrinde (Allah ilminde) yayılımdır.

Burada da bir evvelki basamakta olduğu gibi kişinin mevcut anlayış düzeyi, onun hologramda yayılım yönünü otomasyonla tayin ederek bağlantı kuracağı bilgi kaynaklarını belirler. Tek farkla ki artık kişi bu bilgi kaynaklarından sadece ilham yollu bilgi edinmez, aynı zamanda bağlantıda olduğu bilgi kaynaklarının, kendi bilgisi olduğunu yaşar! Böylece Allah adına âlemlerde tedbir ve tasarruf sahibi olur.

Dinde buna Fetih denir ve ehli tarafından yedi derece olarak tespit edilmiştir.

Bu hal, “Mardiye Nefs” düzeyidir.

Velâyeti Kübra’dır.

Burası Makam-ı İlliyin’dir ve buradakilere “Alûn” denilir.



YAKÎN HAKKINDA BU KISA VE ÖZ BİLGİDEN SONRA, biraz da Kudsî Hadis’in başka bir anlamı üzerinde duralım...

“Ameller niyetlere göredir” hadisi gereği, kişi Allah’a yakîn elde etmesi için yaptığı ibadet çalışmalarının karşılığını niyetine göre alır. Kişinin niyeti anlayışına bağlı olup, anlayışı da Allah’a ne derecede yakîn halinde olduğunu gösterir.

Dolayısıyla Kudsî Hadis’teki “karış” , “arşın” ve “yürüyerek” ifadeleri, yakînin derecesine göre niyetin tesirine işaret eder. Yani beyindeki Esmâ potansiyelini değerlendirme gücüne...

Gavs-ı Â’zâm Abdulkâdir Geylânî (k.s.) Hz.leri “Gavsiye” sinde bu hususa şöyle açıklık getirir:

Ve daha buyurdu ki; − Ey Gavs-ı Â’zâm. Zâhidleri nefis yolunda; Ârifleri kalp yolunda; Vâkıfları ruh yolunda kıldım. Nefs’i de HÜR olanlara mahal kıldım… O yüzden “Hürlerin kalpleri sırlar kabirleridir” demişlerdir…

Zahid, nefsini terbiye yolunda çalışır ve bu yaptığı nefsi terbiye çalışmalarından maksat hakikatini hissederek, uzaklığın verdiği ıstıraptan kurtulmasıdır.

Arif, varlığın oluşum sistemi ve düzeniyle meşguldür. Niyeti ise, aklıyla oluşumların sebebine inerek hakikate ulaşıp, görüşüne perde olan yanılgılarından arınmasıdır.

Vâkıf, Allah ilminde Esmâ’sının her an yeni bir şan alarak açığa çıkışında Vechullâh’ı seyirdedir.

İsterseniz bu ve bundan sonrasını Üstâdım Ahmed Hulûsi’nin “Gavsiye Açıklaması” isimli kitabından okuyalım:

Burası, “Hakikat” mertebesine tekabül eder. Kendi isimlerinin mânâlarının türlü şanlarını seyir hâlindedir.

Kim mi?

Elbette ki O! Birimin ne haddine!

Bütün bunların yaşamını devam ettiren, Bakıy olan Hak’tır!

Ancak ne var ki tüm kemâlâta rağmen, bu seyir dahi Esmâ âlemine dönük olduğu için; “Zât” mertebesine nispetle, Zâtî ilim indinde, kesrete dönük bir mertebe durumundadır.

Bu tecellinin yaşandığı, bu şanın bulunduğu mahal; hakikate vâkıf olmuş anlamında olarak “Vâkıfîn” diye anılır. Vâkıf olmuşlar...

“Mukarrebûn” diye de anılırlar. “Allah’a Hakk-el yakîn olmuşlar” anlamında olarak. Bu mertebe, velayetin en üst mertebelerindendir.

Hür olanlar, Zâtî hakikat olan Ahâdiyet mertebesidir. “Allah’ın Zât’ı üzerine tefekkür etmeyiniz” hadisi gereğince, düşünce veya fikir yoluyla anlaşılması mümkün değildir. “Hürlerin kalbleri sırlar kabirleridir” sözü gereğince, Zâtî hakikat hürlerin kalplerinde haşyetin oluşturduğu Zâtî hiçlik noktasıdır (Sevde-i Âzâm).