İkinci Hadis-i Şerif

Rasulullah (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurdu:

- “Allâh-u Teâlâ Hazretleri her yüzyılın başında bu dini ikame edecek birini bâ’s eder...”



Değişen dünya şartları dolayısıyla, Hicrî takvime göre her yüzyılın başında bir Müceddid/Yenileyici gelir ve dini (Risâlet ve Nübüvvet işlevleriyle açığa çıkarılmış Allah ilmini/ Esmâ’nın açığa çıkış sistemi bilgisini) geldiği günün şartlarına göre yeniden anlaşılır hale getirir.

Müceddid, dinde yeni şartlar getirmez! Sadece dini, geldiği zamanın anlayışına göre yeniden açıklayarak, insanlığın faydasına sunar.

Böylece dinin hakikatini anlamanın açacağı yeni ufukların getirisine ulaşmak için yarınını inşa eden insanlık, geçmişin takıntılarıyla yaşamaktan kurtulur.

Bazı insanların ufku ise ölümlü beden sınırlarının ötesine geçer... Onlarda sonsuzluğun getirisi olan hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir dimağın düşünmediği nimetlere ermek için ânını değerlendirerek yaşarlar dünyayı!

Ulü’l-Azm Rasullerinden olan Hz. Musa (a.s.)’nın tenzih ağırlıklı açıklamalarının insanlarda meydana getirdiği sapmaları düzeltme işleviyle gelen Hz. İsa (a.s.), Müceddid’lik işlevinin açık bir örneğidir (belki de menşei)...

Ricâl-i Gayb ’dan (görevli Velîlerden) olan Müceddid, Ulü’l-Azm derecesindedir.

Rasulullah (s.a.v.) Efendimizle Nübüvvet devri son bulmuş ve bizzat kendisi tarafından yapılandırılan ve insanlığın kıyametine dek yürürlükte olacak bir idarî sistem olarak Velâyet (hakikati kavrama ve takdir edildiği ölçüde gereğini yaşama) devri başlamıştır. Böylece Velâyet kapsamında olan Müceddid ’lik, bâtında (insanlara kapalı bir şekilde) görülen bir işlev haline gelmiştir.

Şöyle ki...

Müceddid , yenileme işlevini Kutbü’l-İrşâd ile ortak çalışarak gerçekleştirir. Müceddid, Kutbü’l-İrşâd’ın beyin gücünden yararlanarak, yaptığı yenileme doğrultusunda dünya üzerine beyin dalgalarını yayar ve o frekanslara açık olan beyinler tarafından değerlendirilerek dünya çapında bir yenileme gerçekleştirir.

İçinde bulunduğumuz Hicrî yüzyılın başında (1400-1410), milâdî olarak 1980’li yıllarda görevine başlamış olan Son Müceddid, kendisinden önceki Müceddid’lerden farklı bir özelliğe sahiptir.

Önceki Müceddid’lerin işlevi, din anlayışındaki inançsal yanlışları düzeltmekle ilgiliyken... Zamanımızın Müceddid’inin işlevi ise, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in vârisi olarak tüm insanlığa yaygındır. O da, Kur’ân ve Rasulullah açıklamalarındaki mecaz ve sembolik anlatımların dayandığı gerçeklerin bilimler eşliğinde açıklanması işlevidir. Bu işlev, kendisinden sonra başka bir Müceddid’e ihtiyaç bırakmayacak kapsamda bir yenileme işlevidir.

Hz. Muhammed (s.a.v.) ile Mekke’de doğan Risâlet güneşi , günümüzde Son Müceddid ile batının modern bilimleri eşliğinde tekrar yükselişe geçmiş ve tüm dünya insanını aydınlatan bir ışık halinde parlamaktadır! Öyle bir ışık ki kendisinden sonra nice nesilleri aydınlatacak ve esenlik olacaktır.

Ne mutlu O’nun nuruyla aydınlananlara...

Müceddid’lik işleviyle ilgili daha fazla bilgi isteyenler Üstâdım Ahmed Hulûsi’nin konuyla ilgili yazılarını okumalarını tavsiye ederim.



BU KISA ÖN BİLGİDEN SONRA, biz konumuz olan hadis üzerinde düşünmeye devam edelim.

Sadreddin Konevî (k.s.) Hz. lerinin de kitabında belirttiği üzere hadisteki inceliklerden bir tanesi Müceddid’in bâ’s olmasıdır ve bir diğer incelikte bâ’s kelimesinin Allah ismine bağlanmasıdır.

Yani “Rahman bâ’s eder...” demiyor, “Allah bâ’s eder...” diyor.

Bunun sebebi Allah isminin “Ulûhiyet”e işaret etmesiyle ilgilidir.

Ulûhiyet ’in manasını Üstâdım Ahmed Hulûsi, “Allah Esmâ’sındaki Muazzam, Muhteşem ve Mükemmel Özellikler” isimli yazısında şöyle açıklar:

“Ulûhiyet” hem “HÛ” ismi ile işaret edilen “Mutlak Zât” anlamını içerir hem de “Zatî” ilim mertebesinde, ilmiyle ilmini seyir anlamında oluşmuş, “nokta”lar âlemlerini, her bir “nokta”yı oluşturan kendine özgü “Esmâ” mertebelerine işaret eder! “Zât”ı itibariyle, “şey”in ayrı, “Esmâ”sı itibariyle“şey”in aynı olan Allah ismiyle işaret edilen; âlemlerden Ğaniyy ve benzeri olmayandır! Bu yüzdendir ki “şey”i ve fiillerini Esmâ’sıyla yaratan Allah ismiyle işaret edilen, Kur’ân-ı Kerîm’de “BİZ” işaretini kullanmaktadır. “Şey”de kendisinin gayrı yoktur! Bu konuda çok iyi anlaşılması gereken husus şudur: “Şey”den söz ettiğimizde “şey”in zâtı derken onun varlığını oluşturan “Esmâ mertebesinden” söz ederiz. “Şey”in zâtı hakkında tefekkür edilir, konuşulur. Allah adıyla işaret edilenin Zâtı hakkında ise konuşmak muhaldir; yani kesinlikle olanaksızdır! Çünkü Esmâ özelliğinden meydana gelmişin, mutlak Zât hakkında fikir yürütmesi, “vahiy” yollu gelmiş bilgi ile dahi olsa -ki bu da olanaksızdır- mümkün olmaz! İşte bunu anlatmak sadedinde yolun sonu “hiç”likte biter, denmiştir!”

Dolayısıyla hadisteki “Allah bâ’s eder...” ifadesinin anlamı:

“Yaşadığı zamanın şartlarına göre Allah indindeki dini, bilimler eşliğinde açıklayarak tekrardan insanlığın yararına sunacak olan Son Müceddid, hakikatinin kemâline uygun bir anlayışla kulluğunu ifa edecektir.



HADİSTE GEÇEN “BÂ’S” KELİMESİ aslında önemli bir inceliğe işaret eder...

Şöyle ki:

Birimin kulluğu, işlevinden önce gelir... İşleviyse içinde bulunduğu şartlara göre kulluğunun gereğini yerine getirmesidir.

Örneğin bir kişi aile içindeki durumuna göre veya toplum içindeki statüsüne göre ya da iş ortamında mesleğine uygun bir vasıfla tanımlanır. Tüm bu vasıflamalar kişinin içinde bulunduğu ortam, şartlar ve beraber olduğu kişilere GÖREdir! Fakat kişi hangi ortamda, kimlerle nasıl ve ne şekilde beraber olursa olsun ve buna göre hangi vasıfla anılırsa anılsın, o her halükarda insandır.

Yani kişinin insanlığı, esas (pâyidâr); işlevi ise ortam ve şartlara göre değişkenlik gösterdiğinden izafîdir.

Bundan dolayı Kelime-i Şahâdet’te:

“Muhammeden AbduHu ve RasuluHu” denmek suretiyle, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in kulluğu Risâlet işlevinin önüne geçirilmiştir.

Aynı şekilde Müceddid’in kulluğu esas olup, Müceddid’lik işleviyse içinde bulunduğu ortam ve şartlar gereği kulluğunun bir özelliğinin gün ışığına çıkmasıyla aldığı unvandır.

İşte bundan dolayı hadiste bâ’s kelimesi kullanılmıştır.

Son Müceddid , kuantum fiziğinin ve teknolojisinin yaşandığı bir çağda meydana geldiğinden, dini bilimle sentezleyerek Allah’a kulluğunun gereğini yaşar ve bu yaşantısı onu zamanla, Rasulullah (s.a.v.) Efendimiz tarafından organize edilmiş Velâyet kurumundaki Müceddidlik konumuna getirir.

Daha iyi anlaşılması için konuya bir başka örnekte Nübüvvet işlevidir.

Malum olduğu üzere Nübüvvet işlevi, Risâletin bildirdiği hakikate imanın gereği olarak, kişinin ölüm ötesi yaşama kendini hazırlaması için dünya yaşamında yapması gereken çalışmaların bildirimidir.

Şayet Nübüvvet işlevini yapabilme potansiyeline sahip bir insan varsa eğer, şartlar onu bir şekilde bu işlevi yapma noktasına getirecektir.

Buna mukabil ölüm ötesi yaşam şartları böyle bir işlevi gerektirmediğinden, bu kişinin işlevi ölüm ötesi yaşama geçtikten sonra bitecektir.

Bu defa içinde bulunduğu yeni yaşam boyutunun şartları, kulluğunun başka bir özelliğini gün ışığına çıkarabilir buna uygun başka bir unvan alabilir...

İşte bu yüzden “birimin işlevi, içinde bulunduğu şartlara göre kulluğunun gereğini yerine getirmesidir” dedik.

Cüneyd-i Bağdâdî (k.s.) Hz. lerinin de söylediği gibi: “Suyun rengi, kabın rengidir”...

Doğrusunu bilen Allah’tır...