Yirminci Hadis-i Şerif

Rasulullah (s.a.v.) Efendimiz, Allâh-u Teâlâ ’dan naklen şöyle anlatıyor:

- “Allâh-u Teâlâ şöyle buyurdu:

- Ben, kulumun zannına göreyim... O halde, benim için hayr zannında bulunsun...

Ve ben beni andığı zaman, kulumun yanındayım...”



Allah ismiyle açıklanan Vahidü’l-Ahad (sayısal çokluk kabul etmez TEK) Zât’ı, Sıfatı, Esmâ’sı ve Ef’al’iyle varlığın her bir zerresinde aşikar olmasına rağmen, her birimiz bu aşikar olanı ancak algılama kapasitemiz ve bilgimiz kadarıyla değerlendirip, hakkında fikir sahibi olarak zanda bulunuruz. Zira Zât’ı itibariyle fikir kabul etmeyen; Sıfat’ı itibariyle sınırsız ve Esmâ’sıyla sonsuz olan; Ef’al’i itibariyle de her an yeni bir şan alanın tanımlanması muhaldir.

Beynimiz, bedenin kesitsel algılama kapasitesiyle Allah Esmâ’sının açığa çıkışı olan varlıktan algıladıklarını veri tabanına göre değerlendirir ve buna göre tanımlanamaz olan hakkında bir tanımda bulunarak, O’nu deneyimler (Onuncu Hadis-i Şerif bölümündeki kuantum dalga çökertmesi).

Mu minûn Sûresi, 91 ’inci ayet bizleri bu konuda şöyle uyarır: “Onların vasıflamalarından Allah münezzehtir... “ Bu ayet, Allah ismiyle açıklanan hakikatin kesitsel algılamaya dayalı her türlü tanımlamadan münezzeh olduğunu bildirir.

Zihnimizde deneyimlediğimiz her ne varsa, Allah ilminde Esmâ’sının sistemsel açılımıyla meydana gelen evrenden, beynin algılama kapasitesi ve veritabanı kadarıyla değerlendirebildikleridir... Ki bu okyanusta bir damla bile değildir!

Bedenin kesitsel algılama kapasitesinden yola çıkarak evrenin sırlarını deşifre etmeye çalışan bilim, günümüzde evrenin sadece yüzde dördünü algılamakta olduğumuzu tespit etmiştir. Geriye kalan yüzde doksan altısı ise algı sınırlarımızı aştığından “karanlık madde” (dark matter) ve “karanlık enerji” (dark energy) olarak tanımlanmak zorunda kalınmıştır.

Kesitsel algılamayla varlıktan algıladıklarını veri tabanına göre değerlendirip, buna göre tanımda bulunarak yaşamak zorunda olan insanın hakikatine urûc etmesi ve getirisi olan ebedî güzelliklere erebilmesinin yegane çözüm yolu, vahye dayalı bir algılamanın Risâlet işleviyle açığa çıkardığı varlığın hakikati ve oluşum sistemi bilgisine iman etmesi ve yine vahye dayalı bir algılamanın Nübüvvet işleviyle bildirdiği hakikat ve sistem gereklerine uygun yaşam bilgisine teslim olmasıdır.

İsrâ Sûresi, 79 ’uncu ayette bu hususla ilgili ince bir işaret vardır:

“Ayrıca gecenin bir kısmında, yararını göreceğin, Kur’ân’la teheccüde kalk (uyanarak salâtı yaşa)!”

Dikkat edilirse ayette “hakikate yönelişi istediğin gibi yaşa” demiyor… Vahye dayalı bilgi kaynağı olan Kur’ân’la yönelişi yaşa diyerek, bir kayıt getiriyor!

Yine bununla ilgili olarak A’raf Sûresi, 180’inci ayette şöyle der:

“Esmâü’l-Hüsnâ Allah’ındır (o isimlerin işaret ettiği özellikler, TEK, SAMED Allah’a işaret eder… Dolayısıyla bu isimler ve bu isimlerin işaret ettiği anlamlar sadece O’nundur; beşer anlayışıyla kayıt altına girmez. Nitekim Mu’minûn: 91’de: SubhanAllahi amma yasıfun = onların vasıflamalarından Allah münezzehtir, buyurulur)! O’na isimlerin mânâlarıyla yönelin… O’nun Esmâ’sında ilhâda sapanları (şirke düşenleri) terk edin! Yapmakta olduklarının karşılığını göreceklerdir.”

Yani, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in Allah ismiyle açıkladığı Vahidü’l-Ahad’a (sayısal çokluk kabul etmez TEK’e), vahye dayalı bilgi kaynağı olan Kur’ân ve hevâsından konuşmayan Rasulullah tarafından açıklandığı şekliyle yönelmemiz gerektiği belirtilir.

Kişinin düşünce sınırları Kur’ân ve Rasulullah açıklamaları ile belirlendikten sonra, hiçbir fikir onu hakikatinden kolay kolay koparamaz. Aksine her fikir, hakikatine yönelişinde bir basamak oluşturarak zanlarından arındırır ve nihayetinde kişi Rabbini hakikatinde müşâhede ederek mir’âc’ını gerçekleştirir.

İşte bu husus (anladığım kadarıyla) Kudsî Hadis’te: “Ben, kulumun zannına göreyim... O halde, benim için hayr zannında bulunsun...” ifadesindeki “hayr zan”dır.

Üstâdım Ahmed Hulûsi “Tecelliyât” isimli kitabında bu konuya şöyle açıklık getirir:

“Onlar, iyi düşünür ve kemâl üzere zanda bulunurlar Rableri hakkında!”



KUDSÎ HADİS’İN DEVAMINDA: “Ve ben beni andığı zaman, kulumun yanındayım...” der...

Rabbini hakikatinde müşâhede ederek mir’ac’ını gerçekleştirenin Kurbiyet mertebesinde, Mâiyet sırrıyla (Rabbanî kudretle) yaşamına işaret etmektedir.

Bu da Kehf Sûresi, 24’üncü ayette şöyle açıklanır:

“Unuttuğunda Rabbini (hakikatin olan Esmâ mertebesini) zikret (hatırla)! Umarım Rabbim beni kurbunda (mâiyet sırrının yaşandığı Tecelli-i Sıfat mertebesi. (İnsan-ı Kâmil, Sıfatların tecellisi bahsi; Abdülkerîm Ciylî. A.H.)) olgunluğa erdirir.”

Vahye dayalı bilgi kaynağı olan Kur’ân ve Rasulullah açıklamalarını esas almayan her türlü görüş, kişiyi resmin bir kısmını görüp de gerisi hakkında zanda bulunmaktan öte aydınlatmaz. Bunun zararları hakkında İsrâ Sûresi, 36’ncı ayet bizleri şöyle uyarır:

“Hakkında ilmin olmayan şeyin ardına düşme (zanla karar verme)! Muhakkak ki sem’ (algılama), basar (değerlendirme) ve fuad (Esmâ mânâ özelliklerini beyne yansıtıcılar - (kalp nöronları ana rahminde 120. günde kendilerini beyne kopyalar ve beyinde devam eder)) , işte onların hepsi ondan mes’uldür!”

Yine Nûr Sûresi, 39’uncu ayette ise şöyle uyarılmaktayız:

“Hakikat bilgisini inkâr edenlere gelince, onların çalışmaları da, çöllerdeki susayanın su sandığı serap gibidir! Nihayet ona (seraba, amellerine), (ölümü tadarak) ulaştığında, bir şey bulmaz! Allah’ı kendi indinde bulmuştur (Esmâ’sıyla hakikatinde olduğunu fark etmiştir ama ne yazık ki bunu değerlendirmekte geri dönüşü olmayan noktadadır)! (Allah da)ona geçmiş yaşantısının sonuçlarını tümüyle yaşatır! Allah “Seriy’ul Hisab’dır (yapılanın sonucunu anında yaşatan) !” (Kur’ân Çözümü, Nûr Suresi 39)



“ZAN” İLE İLGİLİ BİR BAŞKA İNCELİK daha vardır…

Önce nakledeceğim hadisi dikkatlice okuyalım:

“Ve böylece yalnız bu ümmet, içlerinde münafıklar olduğu halde oldukları yerde kalırlar. Bu arada Allâh-u Teâlâ Subhanehu Hazretlerinin gayrına ibadet etmiş olanlardan, cehenneme atılmadık hiçbir kimse kalmaz!

Nihayet fâcir olsun, hak üzere kalan ehli kitabın geri kalanı olsun, Allahû Azze ve Cellehu hazretlerine ibadet etmiş olanlardan başkası kalmayınca, Yahudilerin birtakımı çağrılıp, kendilerine:

- Siz kime tapardınız? diye sorulacak.

- Biz Allah’ın oğlu Üzeyir’e tapardık, diyecekler.

Bunun üzerine onlara denilecek ki;

- Siz yalan söylüyorsunuz. Allâh-u Teâlâ, hiçbir eş ve oğul edinmiş değildir. Şimdi söyleyin istediğiniz nedir? Onlar da;

- Yâ Rab pek susadık bize su ver, niyazında bulunacaklar. Bu talep üzerine;

- Haydi su başına gelmez misiniz? diye kendilerine işaret vâki olacak. Onlar da bir araya getirilip nâr-ı cahîme doğru sevk edilecekler.

O Cehennem ateşi ki; ONLARIN NAZARINDA yalımları birbirini kırıp geçiren SERAP GİBİ GÖRÜNECEK ve ONU SU ZANNEDİP bir diğeri ardınca ateşe dökülecekler.

Sonra Hristiyanların taifesi çağrılıp kendilerine;

- Siz kime tapardınız? diye sorulacak.

- Biz Allah’ın oğlu Mesih’e tapardık, diyecekler.

Bunun üzerine onlara da denilecek ki;

Siz yalan söylüyorsunuz! Allâh-u Teâlâ hiçbir eş ve oğul edinmiş değildir. Şimdi söyleyiniz istediğiniz nedir?

Onlar da;

- Yâ Rab pek susadık bize su ver! niyazında bulunacaklar.

Bu talep üzerine:

- Haydi su başına gelmez misiniz... diye kendilerine işaret vâki olacak.

Onlar da bir araya getirilip, nâr-ı cahîme doğru sevk edilecekler. O nâr-ı cahîm ki ONLARIN NAZARINDA yalımları birbirini kırıp geçiren SERAP GİBİ GÖRÜNECEK ve ONU SU ZANNEDİP yekdiğeri ardınca ateşin içine dökülecekler.

Allahû Tebâreke ve Teâlâ bundan sonra KALAN MÜMİNLERE evvela ONLARA, İNANDIKLARINDAN BAŞKA SURETLE GELİP;

- Ben sizin Rabbinizim, buyuracak. Onlar da (ZANLARINA UYMAYAN) o tecelli ile tanımayacakları için;

- Senden Allah’a sığınırız! Rabbimiz gelinceye kadar bizim yerimiz burasıdır, bir yere ayrılmayız! Rabbimiz geldiğinde biz onu tanırız! diyecekler.

Allahû Azze ve Celle Hazretleri onlara bu defa tanıdıkları (ZANLARINA UYGUN) bir surette gelip;

- Ben Rabbinizim! buyuracak. Onlar da:

- Sen bizim Rabbimizsin, diyecekler. Ve Allâh-u Teâlâ’nın onları davet buyurması üzerine O’na tâbi olacaklar.

HADİSTEN ANLAŞILACAĞI ÜZERE insanların çoğu, varlığı gerçek yapısı itibariyle değil, asılsız bilgilerin doğruluğu zannına (varsayımlara) dayalı olarak değerlendirmektedir. Öyle kimevcut şartlar işin gerçeğini ortaya çıksa dahi, çoğunluk zanlarına uymadığından onu kabul etmemek için direnecektir... Tâ ki gerçekler, zanlarıyla paralel bir yol izleyene kadar!!!

Zaten İnsanların çoğunluğu hakikat şuuruyla cennet yaşamına geçmeyeceği Yusuf Sûresi, 106’ncı ayette şöyle belirtilmektedir:

“ONLARIN ÇOĞUNLUĞU ANCAK MÜŞRİKLER OLARAK (var sandıkları, tanrıları veya BENLİKLERİNİ EŞ KOŞARAK) ALLAH’A İMAN EDERLER!”

“Cennet ehlinin çoğu BÜHLdür” hadisi dahi bu gerçeğe işaret etmektedir.

Evet, hakikati idrak etmiş olmasak da, zannımız Risâletin bildirdikleriyle paralellik gösterdikçe, bu bize ebedî saadetin kapısını açık tutacaktır. Bundan dolayı Rasulullah (s.a.v.) Efendimiz idraki değil, imanı öne almıştır. Zira herkes hakikati idrak edemez, ama hakikat bilgisine iman edip, gereklerine göre yaşayarak getirisine ulaşabilir.

Özetle kişi, Allah ilminde Esmâ’sının açığa çıkış seyri için bir sistemle meydana getirdiği evreni nasıl tanımlarsa, beyni o tanımına uygun bir formasyon alacak ve kişiye bunun olumlu veya olumsuz sonuçlarını yaşatacaktır.

Doğrusunu bilen Allah’tır...