Yirmi Yedinci Hadis-i Şerif

Rasulullah (s.a.v.) Efendimiz, Rabbinden hikaye yollu şöyle anlatıyor:

- “Allâh-u Teâlâ şöyle buyurdu:

- Beni bilen, talep eder...

Beni talep eden, bulur...

Beni bulan, sever...

Beni seveni, öldürürüm...

Bir kimseyi öldürürsem, diyeti Bana düşer...

Bir kimsenin diyeti Bana düşünce, onun diyeti bizzat Ben olurum...”



Nisa Sûresi, 100’üncü ayet konumuz olan Kudsî Hadis’e ışık tutmaktadır:

“Kim Allah yolunda (zulüm gördüğü yerden, ya da (‘Allaha firar edin’, ayetince) özüne doğru) hicret ederse, arzda pek çok gidilecek genişlik bulur... Kim Allah’a ve O’nun Rasulüne (irsâl olanın açıkladığı hakikate) muhacir olarak evinden çıkar, sonra da ona ölüm yetişirse, artık onun mükâfatı Allah üzerinedir... Allah Ğafûr’dur, Rahıym’dir.

(Burada zâhir yanı sıra bir iç anlama da dikkat çekmeye çalıştık. A.H.)”

İsterseniz bu Kudsî Hadis’i teknik açıdan, beyin çalışma sistemi üzerinden inceleyelim...

Beyin, veri tabanına dayalı olarak işlev görür.

Herhangi bir konuda edindiğimiz bilgi, beynin genel faaliyeti üzerinde mutlaka etkilidir! Fakat biz, bizi en çok meşgul eden konulara odaklı bir yaşam sürdüğümüzden, bu gerçeğin farkında olmayız.

Kişi gün içinde en çok hangi konuda meşgulse, beyin genelini de o meşgul olduğu konu istikametinde işlev görmeye teşvik eder. Böylece beynimiz bizi meşgul eden konuyla hiç alakası olmayan herhangi bir veriyi dahi otomatik olarak bizi meşgul eden konuya destek amaçlı kullanır.

Yani beyin açısından hiçbir şey bilgide kalmaz!

Diğer yandan beynimiz, açılım kapasitesi diyebileceğimiz, veri tabanının oluşturduğu kavrayışı kadar üzerinde durduğu ya da kendini meşgul eden konuyla ilgili gerekli dış bağlantılarını dalga faaliyetiyle kurar, feedback sistemiyle de gerekli verileri kendi üzerine çekerek üzerinde durduğu ya da kendini meşgul eden konuda kendini geliştirir.

Varlığın elektromanyetik dalga planında boyut kavramı düştüğünden, biz beynimizin hangi merkez (beş duyu algılama kapasitemizin dışında kalan merkezler de dâhil) ya da birimlerle (insanlar, cinler, melekler...) dış bağlantılarını kurmakta olduğunu ve hangi merkez ya da birimlerden beynimize veri akmakta olduğunu... Yani, beynimizin hangi merkez ya da birimlerden gelen verilerle beslenerek gelişip, bilincimizi hangi verilere dayalı olarak oluşturduğunu tam olarak bilemeyiz.

Ayrıca üzerinde durduğumuz ya da bizi meşgul eden konuyu doğru anlamamızı sağlayacak yeterli veri tabanına sahip değilsek, beynimiz bundan etkilenmeden eksik veri tabanının oluşturacağı yanlış anlayış istikametinde işlev görmeye devam edecektir. Bu da beynimizin ağırlıklı olarak yanlış merkez ya da birimlerle dış bağlantılarını kurmasına yol açıp, o yanlış merkezlerden feedback alarak gelişimini yanlış temeller üzerine devam ettirecektir.

Yanlıştan doğru çıkmayacağından ve yanlış yanlışı doğuracağından, neticede bir gün biz mutlaka ilgili konuda yanıldığımız gerçeğiyle yüzleşecek ve beklentilerimizin, hayallerimizin, umutlarımızın suya düştüğünü hüsranla seyredeceğiz.

Herhangi bir konuda bilgimiz beklentilerimizi karşılamıyorsa, bu bizim o konuyu doğru değerlendirecek yeterlilikte bilgiye sahip olmadığımız anlamına gelir.

Kişinin referans alacağı sağlam ve güvenilir bir bilgi kaynağı yoksa, beyni eksik veri tabanına dayalı oluşan yanlış anlayışını doğru bilgi kabul edecek ve dış bağlantılarını doğru kabul ettiklerini destekleyecek şekilde kuracaktır.

Birçok insan dini anlama konusunda yeterli bilgiye sahip olmadığından, doğru merkez ya da birimlerle bağlantı kuramaz ve bu konuda kendilerini doğru bir şekilde geliştiremezler.

Buna çözüm olarak Kur’ân’da insanların Rasuller ve Nebîleri referans alarak hareket etmeleri teklif edilmiş, bu sayede beynin farkında olmadan yanlış merkez ya da birimlerle bağlantı kurmasının önüne geçilmeye çalışılmıştır.

Beynin çalışma sistemiyle ilgili bu teknik bilgiden sonra biz tekrar konumuza dönelim...

HER HUSUSTA OLDUĞU GİBİ, varlığın hakikatine işaret eden Allah kavramının doğru anlaşılması, beyinde o kavrama dayalı yeterli veri tabanının oluşturulmasıyla mümkündür.

İbadet çalışmaları, bir yönüyle Allah kavramını anlamayı sağlayacak kapasitenin beyinde oluşması için gereklidir; diğer yandan oluşan bu kapasitenin değerlendirilmesi gayesiyle yapılır.

Böylece beyin Allah konusuyla ilgili gerekli dış/aşkın bağlantılarını kurup, o konuda ihtiyacı olan dalgalardaki verileri üzerine çekerek, ilham yollu Allah kavramına dayalı varlık sırlarına vakıf olur, o konuda kendini geliştirir.

Kudsî Hadis’te “Beni bilen talep eder” ifadesi, Allah ismiyle açıklanan hakikatin bilinmesinin beyinde kuru bir bilgi olarak kalmayacağına… Beyindeki irade kuvvesinin, bu bilgi istikametinde beyin genelini otomasyonla harekete geçireceğine işaret etmektedir.

“Beni talep eden bulur” ifadesi, Allah bilgisi doğrultusunda harekete geçen beyin, dalga faaliyetiyle bu konuyla ilgili gerekli dış bağlantılarını oluşturacağına ve oluşturduğu bağlantılardan kendine akan verilerle beslenerek bu konuda mutlaka gelişim kaydedeceğine işaret etmektedir.

“Beni bulan sever” ifadesi ise, Allah kavramına dayalı gelişim gösteren bir kişinin, hakikatin cezbesine (çekim gücüne) kapılarak yardan ve serden geçeceğine işaret etmektedir. “Ne yana dönersen Vechullâh karşındadır (Allah Esmâ’sının açığa çıkışıyla karşı karşıyasın)!” ayeti manası gereğince, baktığı her bir noktada hakikatinin göz kırptığını görecek. Görünce de Yunus Emre (k.s.) ’nin sevgi dolu gönlünden taşan şu mısraların manasını yaşayacaktır:

“Nereye bakar isem dopdolusun. Seni nere koyam benden içeri...”



TASAVVUF AÇISINDAN Kudsî Hadis’teki: “Beni bilen talep eder... Beni talep eden bulur...” kısmı Tevhid-i Efâl, Tevhid-i Esmâ, Tevhid-i Sıfat ve Tevhid-i Zât denilen, varlığın hakikatini ilham yollu idrak edilmesiyle ilgilidir.

“Beni bulan sever... Beni seveni öldürürüm...” kısmı da Fenâ-i Efâl, Fenâ-i Esmâ, Fenâ-i Sıfat ve Fenâ-i Zât denilen, ilham yollu oluşan hakikat farkındalığı ve bunun hissettirdiklerinin, kişiyi varsayımlarından, bu varsayımlarına atfettiği değerlerden ve bunun oluşturduğu duygulanımlarından arındırmasına işaret etmektedir. Başka bir ifadeyle Fenâfillâh halidir.

“Bir kimseyi öldürürsem... diyeti bana düşer... Bir kimsenin diyeti bana düşünce, onun diyeti, bizzat ben olurum...” kısmı ise varlığında ve varlıkta Bâki olanın yüz göstermesiyle Bekâ’dan hisse alarak, Tecellî-i Efâl, Tecellî-i Esmâ, Tecellî-i Sıfat ve Tecellî-i Zât’ta denilen, nüzul yollu Allah Esmâ’sının açığa çıkışını seyirdir ( “Dokuzuncu Hadis-i Şerif” bölümünde tecellî konusuna değinmiştim).

“MÜLHİME NEFS” olarak tespit edilen, hakikati bilme ve bulma sürecinde kişinin beyni epifizden geçiş yapan yüksek frekanslarla faaliyetlerini artırarak holografik evren gerçeğini deneyimler. Kişinin bilgisi, holografik evrendeki seyahatinin derecelerini (beynin kuracağı dış bağlantılarını) belirler.

Yetersiz bir hakikat ve sistemi bilgisi, genellikle “cin” diye tarif edilen, insan algılama kapasitesinin dışında kalan saptırıcı varlık türleriyle iletişime yol açar. Çünkü cinlerin yaşadığı ve nâr diye tabir edilen (yedi arz tabakasının altısını oluşturan) boyut, beş duyu algılamanın oluşturduğu koza dünyası dışına çıkan insanı ilk karşılayacak boyuttur. Aynı zamanda bu boyut, kişinin evrensel boyutlara (semâ katlarına) açılmasına engel olacak tampon gibidir! Genellikle insanlar cin konusunda da yeterli bilgiye sahip olmadıklarından, onların çekim gücüne (vorteksine) kapılarak ana gayesinden uzaklaşırlar.

Öyle ki Allah’a ermek isteyen birçok insan, cinlerin saptırıcı etkileri yüzünden beynin bu duyarlılığından gerektiği gibi yararlanamayarak, yanlış bir fikrin girdabında boğulmuştur.

Kimilerinin egosu aşırı derecede güçlenmiş ve kendilerini başkalarından üstün görüp, baş olma sevdasına kapılmış.

Kimileri daha da ileri gidip kendilerinin Velî, Mehdi, İsa olduğu zannına kapılarak, bu varsayımlarıyla hem kendileri yoldan çıkmış hem de başkalarının sapmalarına sebep olmuşlar.

Mülhime Nefs düzeyinde kişi yanlış bir fikrin tesirine kapılmaması için, referans alacağı (iman edeceği) güvenilir bir bilgi kaynağına ihtiyacı vardır. Ancak bu şekilde cinlerin saptırıcı etkilerinden korunarak sağlam adımlarla gayesine ulaşabilir.

Şayet varlığın hakikatine işaret eden Allah kavramı ve bu kavrama dayalı olarak varlığın oluşum sistemi doğru anlaşılırsa eğer, artık hiçbir fikir kişiyi şüpheye düşürüp, hakikatinden perdeleyecek derecede etkili olamaz. Tüm varsayımları (şartlanmaları), varsayımlarına dayalı değer yargıları ve bunun oluşturduğu duygular önemini yitirmeye başlar. İşte bu hal Velâyetin başlangıcı olan Mutmainne Nefs düzeyidir.

Tasavvufta “Fenâfillâh” diye tabir olunan bu hal, Kudsî Hadis’te: “beni seveni öldürürüm” şeklinde ifade edilmektedir.

Kudsî Hadis’te: “Bir kimseyi öldürürsem... diyeti bana düşer... Bir kimsenin diyeti bana düşünce, onun diyeti, bizzat ben olurum...” ifadesi “Tecelli-i Efâl”, “Tecelli-i Esmâ”, “Tecelli-i Sıfat” ve “Tecelli-i Zât” denilen, tenezzül yollu gerçekleşen ilmî açılımlardır.

Velâyeti yaşayan Rasuller, Nebîler ve Velîlerde görülen mucize ve kerametler, epifizden beyinlerine geçiş yapan yüksek frekansların beyin performansını artırarak anlayış düzeylerine göre holografik evrendeki (Allah ilmindeki) seyahatlerinde çeşitli bilgi düzeylerinin vorteksine kapılarak kendilerinden geçmeleriyle gerçekleştiğini düşünüyorum.

Bundan dolayı Rasuller, Nebîler ve Velîler gösterdikleri mucizeleri veya kerametleri hiç bir zaman kendilerine değil, hep Allah kavramının anlaşılması ve gereğince yaşanmasına bağlamışlardır.

Doğrusunu bilen Allah’tır...