Kırk Hadis
Onuncu Hadis-i Şerif
Rasulullah (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurdu:
- “Allâh-u Teâlâ, bir kulu severse... onu çeşitli denemelere tabi tutar.
Yani: İptilâya uğratır...
Kul, o iptilâlara sabrettiği takdirde, ona üstünlük vererek sever...
Şayet şükür yoluna girerse... bu sefer onu, zatına seçer...”
Allah’ın kulunu sevmesi, onda kendi kemâlini izhar etmesi demektir.
Üzerinde sık sık durduğumuz üzere tüm boyutları ve sayısız türleriyle evren, Allah ismiyle işaret edilen hakikatin Ulûhiyet kemâlâtının eseridir. Bu devasa eserde Allah Esmâ’sının açığa çıkışıyla izhar olan Ulûhiyet kemâlâtı, insan türü şuurlu birimlerin beyin açılım kapasitesi kadarıyla algılanıp değerlendirilir.
Nasıl ki evren Allah ilminde Esmâ’sının açığa çıkış seyri için vehim nuruyla yoktan var edildiyse; insan türü şuurlu birimlerde, Allah ilminde Esmâ’sıyla Esmâ’sının açığa çıkışını seyretmek için vehim nuruyla yoktan var edilmiştir.
Hakikatte EVREN ve İNSAN ismi ardında İLMİYLE İLMİNDE İLMİNİ seyreden sadece ALLAH’tır.
BİR ESMÂ POTANSİYELİ OLARAK niceliksiz ve niteliksiz olan; bir kuantum potansiyel olarak geçmiş ve geleceğin tüm bilgisini holografik esasa göre bünyesinde barındıran; kuantsal yapısı itibariyle olasılık dalgaları halinde, her türlü ihtimallere açık bir enerji okyanusu olan evren; kesitsel algılamaya dayalı data/dalga dönüştürücü sistemlerin/birimlerin varlığıyla nicelik ve nitelik kazanarak, bildiğimiz çok boyutlu devasa yapıya dönüşmüştür.
Nerede mi?
ALGIDA bir hologram/hayal olarak!
Modern fizikte “gözlemci etkisiyle kuantum dalga fonksiyonu çökertmesi” olarak bilinen bir gerçek vardır. Kuantsal boyutta bir olasılık dalgası halinde mevcut olan evren, gözlemci tarafından tek bir olasılığa indirgenir. Bu şekilde gözlemci bir yandan kendi görece realitesi olan hologram/hayal dünyasını oluştururken; diğer yandan oluşturduğu görece realitesine göre tepkisini vererek, diğer gözlemcileri de programları doğrultusunda gözlem yapmaları için harekete geçirir.
Algı yetersizliğinden canlı ve cansız diye ayırdığımız mikro plandaki mikroskobik yapılardan, makro plandaki astronomik yapılara kadar, her biri kuantum potansiyelde Allah Esmâ’sının açığa çıkış seyri için takdir edilmiş yazılımlardır (software).
Kuantum potansiyelde Allah Esmâ’sının açığa çıkış seyri için yazılım halinde mevcut olan her ne varsa, ana işletim sistemi tarafından harekete geçirilerek potansiyelden varlığa çıkıp, programlarının gereği işlevlerini yapmak üzere düzenli bir şekilde evrende yerlerini alırlar ve el birliğiyle olasılık dalgaları halindeki evreni belirli bir olasılığa indirgeyerek biçimlendirirler.
Örneğin, bir başka şehirde yaşayan arkadaşınızı ziyaret etmek için araba yolculuğuna çıktınız.
Bu sizin kesitsel algınıza dayalı bir gözlemin yaşattığı görece realitenizdir.
Hâlbuki size bir üst plandan bakacak olursak, belki de siz dünya isimli varlığın damarlarında dolaşan bir kan hücresindeki oksijensiniz!
Tabi ki bu da mutlak bir realite olmayıp, dünya isimli varlığın algı kapasitesine dayalı bir gözlemden kaynaklanan başka bir görece realitedir.
Şimdi bunlardan hangisi mutlak realite?
Tabi ki her biri kendi boyutuna göre mutlak, birbirine kıyasla görecedir.
İşte evrende her ne varsa, bir yandan gözlem kapasitesine göre oluşturduğu kendi realitesi olan hologram/hayal dünyasında yaşarken; diğer yandan evrensel bütünlükte işlevini/kulluğunu yapmak üzere fıtratlanmıştır/programlanmıştır.
DİN, ALLAH FITRATIDIR!
FÂTIR olan Allah , ilminde Esmâ’sının nasıl ve ne şekilde açığa çıkışı seyrini murad etmişse, birimleri de o gayeyi oluşturacak bir programla halk etmiştir. İşte bu Din-i Kayyim’dir (hep pâyidâr, daim geçerli sistem).
Rûm Sûresi, 30 ’ uncu ayet bu gerçeği şöyle açıklar:
Vechini (şuurunu) Hanîf olarak tanrıya tapınmaksızın, Allah ’a şirk koşmaksızın) o Tek Din’e yönelt! O Allah Fıtratı’na (beynin ana çalışma sistem ve mekanizması)ki insanları onun üzerine (o ana sistem ve mekanizmayla)yaratmıştır! Allah yaratışında değişme olmaz! İşte bu, Din-i Kayyim’dir (sonsuz geçerli Sistem, Sünnetullah’tır) … Ne var ki insanların çoğunluğu (bu gerçeği) bilmezler.
Kiminin fıtratı bedeni hayatta tutmak için kan hücresinde bir oksijen olmaktır; kiminin fıtratı da bir güneş olup, nükleer füzyonla içindeki hidrojeni helyuma çevirip, artan enerjiyle sistemini ayakta tutmaktır.
Böylece Allah ilminde Esmâ’sının açığa çıkış seyri için takdir edilmiş holografik varlık yazgısı, kendi içinde mikrodan makroya kadar sayısız dalga dönüştürücü yazılımların (Kur’ân ve Rasulullah tabiriyle ruhlar ve meleklerin) birbirinden farklı (unique), ama bir bütünsellik oluşturacak bir biçimde uyumlu işlevleriyle EVREN diye bildiğimiz çok boyutlu devasa yapıyı meydana getirmiştir.
Bununla ilgili bir Rasulullah (s.a.v.) açıklaması şöyledir: “Allah ruhları, cesetlerin yaratılmasından iki bin yıl önce yaratmıştır.”
İmam-ı Gazalî (k.s.) bu hadis hakkında der ki:
“ Buradaki “Ruhlar”dan maksat, “melâikenin ruhları”dır!
Cesetlerden maksad da, Arş, kürsi, semâvât, yıldızlar topluluğu, hava, su, yeryüzü gibi âlemlerin cesedi, bünyesidir.”
Bu hadis aynı zamanda potansiyelden varlığa çıkarak evrende yer alacak birimler arasında bir hiyerarşinin olduğunu da belirtir.
HAZIR YERİ GELMİŞKEN bir parantez açıp, Allah Esmâ’sının açığa çıkış sisteminin işleyiş ilkesinden kısaca bahsedip, sonra da kaldığımız yerden konumuza devam edelim...
Allah ilminde Esmâ ’sının açığa çıkış seyri ilahî takdir sonucu bir sistem ve düzen içinde gerçekleşir...
Kur’ân bu sistem ve düzene Sünnetullah der.
Esmâ’nın açığa çıkış seyrini oluşturan sistemin evrensel işleyiş ilkesi ise şöyledir...
Evrende meydana gelen her birim, aynı zamanda meydana gelmesi takdir edilen başka bir birimin oluşum mekanizmasının öğesi olarak sistemde yerini alır.
Kurulum gerçekleştiği anda, ilim boyutunda seyri takdir edilen birimi hayata geçirecek gerekli Esmâ -RUH- tetikleme sistemiyle kuvveye dönüşür.
Allah ismiyle işaret edilen hakikatin Vedûd Esmâ’sı, sistemin evrensel ilkelerinden biri olan çekim yasasını meydana getirir.
Dikkat edilirse...
Evrenin kendini meydana getirmesi için bir dış müdahaleye (tanrıya) ihtiyacı yoktur. Evren, kendini var kılacak yeterli ilmî ve kudret potansiyeline sahiptir!. Çünkü evrenin hakikati Allah Esmâ’sıdır.
Ünlü fizikçi Stephen Hawking
’in bu hususta şöyle der:
“
Her şeyin nasıl başladığını anlayabilmek için evrenin dışında bir güç aramaya çalışmamalıyız.
”
Yine der ki:
“Yaptığım şey evrenin başlangıcının bilimsel kurallarla açıklanabileceğinin mümkün olduğunu göstermekti. Bu sayede, evrenin başlangıç kararının bir
Tanrı’ya başvurularak açıklanmasının gereksizliği ortaya çıkar. Bu bir Tanrı’nın olmadığını kanıtlamaz, sadece Tanrı’ya bir ihtiyaç olmadığını
gösterir.”
Ünlü fizikçi “bir Tanrının olmadığını kanıtlamaz” derken, belki de tanrıya inanan çoğunluğun tepkisini üzerine çekmemek için
böyle söylemiş olabilir. Zira Tanrı’ya bir ihtiyaç olmaması, tanrı kavramının yersiz olduğu anlamına gelir.
İslâm dini Kelime-i Tevhid
ile tanrı kavramının geçersizliğini daha baştan “Lâ ilâhe” = “Yoktur ilah/tanrı” ifadesiyle vurgular ve Allah kavramına (Vahdet ve Tevhid esasına) dayalı olarak varlığın oluşum ve gelişim sistemi gerçeklerini açıklar.
İslâm dininin temelini oluşturan
“Tanrı yoktur, sadece Allah”
esası anlaşılmadığı sürece, insanlık yüzeysel bir din anlayışında çakılı kalarak Kur’ân ve Rasulullah açıklamalarındaki derinliğe inemez.
Hz. Mevlânâ (k.s.)
öğretisi olan Mevlevîliğin bugünkü durumunu öngörmüş olmalı ki: “dahl oldular devranıma, eremediler seyranıma...” diyerek, her devirde
olduğu gibi birçoklarının öğretideki şeklin büyüsüne kapılarak, özünden mahrum kalınacağına işaret etmiştir.
Evet, bunu da belirttikten sonra biz dönelim bölümün konusuna...
İNSAN TÜRÜ ŞUURLU BİRİMLERİN evrendeki varoluş sebebine gelince...
Programı gereği işlevini yapmak üzere evrende yerini alan birçok birim, işlevini/kulluğunu farkında olmadan ifa eder.
İnsan türü şuurlu birimler ise, hakikat şuuruyla işlevini/kulluğunu ifa etmek üzere evrende yerlerini alırlar.
İnsan, bir yandan Allah Esmâ’sının açığa çıkışı olan evrenden algıladıklarını ilmine göre değerlendirerek, hakikat farkındalığını yaşarken; diğer
yandan bu farkındalığına göre tepkisini oluşturup, Allah adına içinde yaşadığı sistemde tedbir etmek için meydana gelmiştir.
Tabi ki bir insan, tüm boyutları ve sayısız türleriyle evrende, Allah Esmâ’sının açığa çıkışını algılayıp değerlendiremez! Bundan dolayı insanın mutlak
mânâda evrenden bahsetmesi muhaldir.
Maide Sûresi, 116 ve 117
’nci ayetlerde bu gerçek Hz. İsa (a.s.) üzerinden şöyle açıklanmaktadır:
Ve hani Allah şöyle dedi: “Ey Meryemoğlu İsa! İnsanlara, ‘Allah dûnunda beni ve annemi iki ilâh edinin’ diye sen mi söyledin?”
(İsa) dedi ki: “Subhaneke (tenzih ederim seni)! Benim, Hak olmayanı söylemem nasıl mümkün olur? Eğer onu söylemişsem,
(zaten)
kesin sen onu bilmişsindir! Sen nefsimde olanı bilirsin, fakat ben senin nefsinde olanı bilmem! Kesin ki gaybların tamamını bilen sensin, sen!”
“Onlara: ‘Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah’a kulluk bilincine erin’ diye senin bana emrettiğinden başka bir şey söylemedim… Ben aralarında bulunduğum sürece üzerlerine şahit idim… Beni vefat ettirdin! Onlar üzerine Rakıyb sen oldun! Sensin her şey üzerine şahit!”
Neticede evrenle aynı hakikatten (Allah Esmâ’sından) meydana gelen insan, beynin algılama ve algıladıklarını değerlendirme kapasitesi kadar evrende yerini
alarak, evreni tasarlayan sistemin temel işleyiş prensiplerini kavrar.
Bu kavrayışla birlikte beynini beden kayıtlarından arındırdığı ölçüde, evreni tasarlayan sistemin bilincini ve kuvvelerini kendi bilinci ve kuvveleri
olarak deneyimler.
Kişi farkında olmasa da, evrenle aynı RUH’tan (Esmâ hakikatinden) meydana geldiği için evrensel bütünlükle bağlantıda olup, eşzamanlı
olarak o evrensel bütünlükle bağlantıda olmanın sonuçlarını yaşamaktadır.
Bu gerçeğin farkına varılması ve gereğinin yaşanması için kişi önce evrenle aynı RUH’tan (Allah Esmâ’sından) meydana geldiğine iman etmesi
gerekir.
Sonra da bu konuda bilgisini artırıp, gerekli ibadet, nefse muhalefet, mücâhede ve riyâzetle kendini hakikat ve sistemi gerçeklerinden koparan
varsayımlarından bilincini arıtması (“Âmenû ve amilûs salihât” belirtisi doğrultusunda ıslah olması) gerekir ki
hadiste bahsi geçen iptilâ aslında bu arınmaya işaret eder.
İMAN EHLİNİN KARŞILAŞTIĞI ZORLUKLAR, bir Esmâ potansiyeli olan beyninde yeterince harekete geçmemiş veya hiç harekete geçmemiş bazı Esmâ’nın kuvveye
dönüşümünü sağlar ve bu sayede kişi yeni hususiyetler kazanarak mevcut kayıtların dışına çıkıp, hakikatini daha kapsamlı bilir, hisseder ve gereğini yaşar
hale gelir.
Nitekim hadisin devamında bu husus: “Kul, o iptilâlara sabrettiği takdirde, ona üstünlük vererek sever...” cümlesiyle belirtilmektedir.
Nasıl ki bir tohum, gerekli dış şartlar olmaksızın tohumunu çatlatıp içindeki potansiyel bilgiyi kendiliğinden harekete geçirerek ağaca
dönüşemezse; aynı şekilde bir insan da gerekli dış şartların zorlaması olmaksızın, kendiliğinden beden kozasını çatlatarak evrensel gerçeklere
açılımını sağlayacak gerekli Esmâ’yı beyninde kuvveye dönüştüremez!
Bu, “Sünnetullâh’ta bir değişme asla bulamazsın” ayetiyle bildirilen, değişmez sistemin temel işleyiş prensibidir!
Sistemin bu işleyiş prensibinden dolayı geçmişte tarikatlar kurulmuştur.
Rasulullah (s.a.v.) Efendimizin
bu hususta şöyle bir açıklaması vardır: “Belânın büyüğü Rasullere, sonra Nebîlere, sonra büyük Evliyaullah’a ve en azı da mü’minleredir.”
Çünkü belâ, arınmaya vesilesi olduğu için, gerçekte bir rahmettir (kişiyi mevcut kayıtlarından kurtarıp, genişletir).
Enbiya Sûresi, 35
’inci ayet ise bu konuyu şöyle açıklar:
“Her nefs
(bilinç) ölümü TADACAKTIR! Biz kuvvelerinizi keşfedesiniz diye sizi şerr ve hayr ile deneriz… Bize döndürülürsünüz.”
BELANIN RAHMET OLMASI için kişinin Allah’a iman etmesi (evrenle aynı RUH’tan/Esmâ hakikatinden meydana geldiğine iman
etmesi) çok önemlidir...
Çünkü birçok insan farkında olmadan beynindeki Esmâ potansiyelini kullanarak kendini zorlayan konunun üstesinden gelebilir ve bu başarısını bedensel
kimliğine ya da Allah (beynindeki Esmâ hakikati) dışında var sandıklarına bağlayabilir. Ne var ki tüm bu varsayımları onda vehmin gücünü artırıp,
hakikatinden uzaklaşmasına yol açarak daha büyük bir belaya maruz kalmasına sebep olur.
Evrenle aynı RUH’tan (Allah Esmâ’sından) meydana geldiğine iman eden ise, kendini zorlayan her türlü engelin üstesinden gelecek bir donanımla meydana
geldiğini bildiğinden, başarısını sadece beyninde (kendini var kılan) Allah Esmâ’sının kuvveye (beyin devresine) dönüşümüne bağlar.
Dolayısıyla hadisin son ve tamamlayıcı kısmında Rasulullah (s.a.v.) Efendimiz: “şayet şükür yoluna girerse... bu sefer onu, zatıma seçer...” diyerek, iptilâdan maksat kişinin mevcut kayıtlarının dışına çıkıp, daha üst
bir anlayış seviyesine ulaşarak hakikatini daha iyi değerlendirir duruma gelmesi olduğunu bildirir.
(Not: Bahsettiğim bu rahmet, iman ehline ait hususî bir rahmettir. Bunun yanı sıra bir de “Rahmeti amme” denilen genel rahmet vardır. Bu
da kişinin karşılaştığı belalara karşı üstünlük yerine bağışıklık kazanmasıyla ilgilidir.)
Mâide Sûresi, 93
’üncü ayette bu gerçek şöyle açıklanmaktadır:
“İman edip imanın gerektirdiği fiilleri ortaya koyanlar, korunmaya devam ederlerse
(bir üst mertebede)
imana ulaşıp, o imanın gereği çalışmalar yaparlar… Sonra bu anlayışa göre korunarak daha üst mertebede iman anlayışına kavuşurlar… O anlayışla
imanlarının sonucu olarak da ona göre korunmaya başlarlar… Bundan sonra, ulaştıkları bu anlayışa göre korunmaya devam etmeleri, onları ihsana
(müşâhede mertebesine) erdirir… Allah muhsinleri sever.”
Bakara Sûresi, 155
, 156 ve 157’nci ayetlerde ise bu konu şöyle açıklanmaktadır:
Sizi, korkacağınız bir şeyle, açlıkla, malınızı, canlarınızı
(canınız gibi sevdiklerinizi), çalışmalarınızın mahsulü olan şeyleri eksiltmekle sınarız. Bu olaylara karşı sabredenleri (tepki koymayıp
olayın nasıl sonuçlanacağını bekleyenleri) müjdele!
Onlar, kendilerine hoşlanmadıkları bir olay isabet ettiğinde, “biz Allah
(Esmâ’sının açığa çıkması) içiniz ve O’na dönücüyüz (sonuçta bu gerçeği yaşayacağız)” derler.
İşte bunlar üzerinedir Rablerinin salâvatı
(hakikatlerini fark ettirmek üzere tecellisi) ve rahmeti (Esmâ’sının açığa çıkış seyri güzellikleri) … İşte bunlardır hidâyet bulanların ta kendileri…
Doğrusunu bilen Allah’tır...