Yirmi Sekizinci Hadis-i Şerif

Rasulullah (s.a.v.) Efendimiz, Allâh-u Teâlâ ’dan naklen şöyle anlatıyor:

- “Allâh-u Teâlâ şöyle buyurdu:

- Kendilerine farz kıldığım ibadetlerin edasında olduğu kadar, hiçbir şeyde bana yaklaşanlar yaklaşamazlar...

Gerçekten bir kul, bana nafilelerle de yaklaşır...

Böylece, bana yaklaşanı severim...

Sevince de, kulağı olurum... eli olurum... dili olurum...

Böyle ki oldum: Benimle işitir... benimle görür... benimle konuşur... benimle tutar... benimle yürür...”



Hangi isimle neye işaret edersek edelim, o işaret ettiğimizde Zât’ı, Sıfat’ı, Esmâ’sı ve Ef’al’iyle Allah’tan başka bir şey yoktur. Gayrının varlığı ise kesitsel algılamanın (beş duyunun) zihinde meydana getirdiği hayalî imgelerin, Allah’tan başka bir şey zannedilmesinden kaynaklanmaktadır.

“Ne yana dönersen Vechullah karşındadır (Allah Esmâ’sının açığa çıkışıyla karşı karşıyasın)!” (Kur’ân Çözümü, Bakara Sûresi 115)

Hakikat bu, fakat algılama araçlarımızın yetersizliği bunu değerlendirmemize mani oluyor.

Anne rahmindeki oluşum sürecinde beynimiz ilk formasyonunu ağırlıklı olarak bedensel girdilerden aldığından, potansiyelindeki Esmâ bedensel kuvvelere (beyin devrelerine) dönüşür. Böylece biz kendimizi bedenle bütünleşmiş bir halde bulur, bedensel algılamaya (beş duyuya) dayalı bir anlayışla kendimizi başkalarından ayrı bir birey hissederek hakikatten perdeli yaşarız.

Halbuki beynimiz, yapısı gereği potansiyelindeki Esmâ’yı evrensel kuvvelere (beyin devrelerine) dönüştürerek bedenselliğin ötesinde, kendini evrensel boyutlarda tanıma, hissetme ve deneyimleme gibi aşkın bir kapasiteye sahiptir!

Rasulullah (s.a.v.) Efendimiz Risâlet işleviyle insana beden olmadığının, benliğinin hakikatinin Allah ismiyle açıkladığı Vahidü’l-Ahad’ın (sayısal çokluk kabul etmez TEK’in) Esmâ’sı ile işaret edilen öz vasıflarından meydana gelmiş olduğunu açıklarken; Nübüvvet işleviyle insan beynindeki bu aşkın kapasiteyi değerlendirmenin tekniğini bildirmiştir.

Risâlet işlevi gereği hakikati Allah ismiyle açıklarken, bu hakikate iman edilmesini teklif etmiş; Nübüvvet işlevi gereği de insana hakikatinin gereğini yaşatacak Esmâ’yı beyninde kuvveye (beyin devresine) dönüştürmenin yollarını göstermiş; bu bildirilenleri dikkate alıp, yaşamlarını buna göre değerlendirenleri, çalışmalarının getirisi olan ebedî saadet ile müjdelemiştir.

Son Nebî Hz. Muhammed (s.a.v.) asgarî şartlarda kişinin ebedî saadetini oluşturacak ibadet çalışmalarını FARZ olarak bildirmiştir.

İmâm-ı Rabbanî (k.s.) Hz.leri “Mektûbât-ı Rabbânî”sinde Farz ve Nafile ibadetleri arasındaki fark hakkında şöyle der:

“Kuşkusuz farz ibadetler karşısında nafile ibadetlerin okyanusa karşı damla kadar bile nispeti yoktur.”

Çünkü farz olarak belirlenen ibadetler düzenli ve sürekli olarak yapılırsa, epifizden beyne geçiş yapan yüksek frekansların beyin performansını, kişinin ebedî saadetini oluşturması yolunda Allah ilminden (holografik tekil bilgide Esmâ seyrinden) asgarî şartlarda yarar sağlayacak kadar artırmaktadır. Bundan sonrası ise kişinin kendi istidat ve kabiliyetine kalmıştır ki bu da nafile ibadetler konusuna girer.

Farz ibadetlerini yerine getirenler, asgarî şartlarda ölüm ötesi yaşamın tehlikelerine karşı gerekli korunmayı sağlayacak ve kendilerini sonsuzda mutlu kılacak yeterlilikte Esmâ’yı beyinlerinde kuvveye dönüştürmüş olacaklardır.

Farz ibadetlerini yerine getirmeyenler ya da eksik yapanlar ise ölüm ötesi yaşam için gerekli Esmâ’yı kuvveye dönüştürememenin yetersizliğine çok acı bir şekilde katlanacaklardır.

İmâm-ı Rabbanî (k.s.) Hz. leri farz ibadetleri hakkında bu görüşünü belirttikten sonra der ki:

“Çoğu insanlar bu mânâdan haberi olmadığı için nafileleri terviç uğruna farzları ihmal etmektedir.”

YERİ GELMİŞKEN bu hususta bir anımı paylaşmak istiyorum...

On sekiz yaşlarında idim.. İçime Allah ve Rasulullah sevgisi düşmüştü ve Kabe’yi ziyaret etmeyi çok istiyordum. Hacca gitmek için gerekli parayı biriktirmiştim. Henüz genç olduğumu düşündüklerinden ailem beni Hacca gitmekten vaz geçirmek istediler. Vaz geçmeyeceğimi anladıklarında, bu defa Hacca gitmek yerine Ümre yapmamın daha doğru olacağı konusunda beni ikna etmeye çalıştılar. Bende bu fikrin tesiri ile o akşam yattığımda salih bir rüya gördüm.

Şöyle ki...

Yanımda nûr yüzlü bir zât var, birlikte Mescid-i Haram’ı seyrediyoruz. Bedenimiz o kadar büyük ki, Mescid-i Haram küçücük kalmış. Yanımdaki muhterem bana şöyle dedi: “İşte bu gördüğün farz olan Hac ibadetine kıyasla Ümre’dir.”

Rüyadan uyandığımda en doğru kararın Hacca gitmek olduğunu anladım. Rabbime şükrettim..



BAKIN bu konuya İmâm-ı Rabbanî (k.s.) Hz.leri “Mektûbât-ı Rabbânî” sinde şöyle açıklık getirmektedir:

“Kulu Allah Teâlâ’ya yaklaştırıcı ameller farz ve nafile olmak üzere ikiye ayrılır. Farzların yanında nafilelere asla itibar yoktur. Zira herhangi bir vakitte eda edilen bir farz ibadet, bin senelik nafile ibadetten daha hayırlıdır. Bu nafile ibadetler, namaz, oruç, zikir, fikir ve benzer türlerden olup halis bir niyetle eda edilmiş bile olsa durum böyledir.

FARZ İBADETLERİN önemi hakkında sahâbeden Ebû Hureyre (r.a.) şöyle der:

Rasulullah (s.a.v.) ’dan şöyle işittim:

- “Kıyâmet gününde kulun fiillerinden hesap vereceği ilk şey namazdır! Eğer tam ve sahih olursa kurtulur ve gayesine ulaşır. Eğer bozuksa mahrum olur, hüsrana düşer! Şayet farzlardan eksikleri var ise. Rabbi Tebâreke ve Teâlâ:

- “Bakın, kulumun nâfileleri var mı? “ der.

Farzlardan eksik kalanı böylece tamamlanır.

Ve sonra sâir ameli bu minvâl üzere olur.”

Hadisten anlaşılacağı üzere farz ibadetleri, kişinin ebedî saadeti için gerekli asgarî şartları oluşturmaktadır. Bu gerekli asgarî şartlar Kur’ân’da bildirilen 54 farzlardır. İslam’da öncelik bu asgarî şartların uygulanmasına bağlanmıştır, sonra da o asgarî şartların temelleri üzerine yapılabilecek yararlı çalışmalara geçilmiştir.



NAFİLE İBADETLERE GELİNCE...

Nafile, yararlı anlamına gelir.

Farz olan ibadet çalışmalarıyla ölüm ötesi yaşamın tehlikelerine karşı gerekli korunmanın ve sonsuzda kendini mutlu kılacak asgarî şartları oluşturmanın temelleri üzerine vaktin ve şartların el vermesiyle, beyindeki Esmâ potansiyelinden ekstra yarar sağlama amacıyla yapılan ibadet çalışmalarına nafile denir.

Nafile ibadetlerin faydası hakkında bir başka Kudsî Hadis şöyledir:

“Bir kulum, yararlı ibadetlerle bana yaklaşır; öyle ki ben o kulumu severim. O`nun görür gözü, işitir kulağı, söyler dili, tutar eli, yürür ayağı olurum. “

Kudsî Hadis’ten anlaşılacağı üzere nafile ibadetler, beyindeki Esmâ potansiyelinden azamî ölçülerde yararlanma amacıyla yapılır. Beynin açılım kapasitesine göre hologramda seyahat ederek, ölmeden önce ölüm ötesi yaşamın sırlarına vakıf olunur ve hologramda derinleşerek, Allah ilminin derin gerçeklerine erilir.

Sünnetullah (Allah Esmâ’sının açığa çıkış sistemi) gereği insan için ancak çalışmalarının neticesi oluşur. İstisnasız her insan bu sisteme tâbîdir.

Allah ilminde Esmâ’sının evrensel açılım ve gelişim sistemini yeterince anlayamamış bazı insanlar, yanlış bir fikrin tesirine kapılarak Rasulullah (s.a.v.) Efendimizin ibadet etmeye ihtiyacı olmadığını, insanlara örnek olmak için ibadet yaptığını söylerler.

Halbuki Rasulullah (s.a.v.) Efendimiz farz olan ibadetleri titizlikle yerine getirdiği gibi, bunun yanı sıra nafile ibadetlerde yaptığı ve sahâbesine de tavsiye ettiğine dair birçok hadis mevcuttur.

Rasulullah (s.a.v.) Efendimizin amcası Abbas (r.a.)’a öğrettiği tespih namazı, bizlere nafile ibadetlerinin yararı hakkında önemli bir ipucu vermektedir...

Abbas bir gün Rasul-ü Ekrem’e sorar, der ki:

Yâ NebîAllah, ben hayli yaşlandım, zamanımı geçirdim... Bana öyle bir şey öğret ki bunca boşa geçen yıllardan sonra bir şeyler yapmış olarak Huzurullâh’ta yerimi alayım?

İşte bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurur:

Yâ Abbas, ey amcam! Sana vereyim mi? Vermemi ister misin? Sana on özelliği olan şu namazı öğreteyim mi ki; onu edâ ettiğin zaman, Allah günahlarının ilkini de sonunu da; eskisini de yenisini de; bilerek yapılanını da bilmeyerek yapılanını da; küçüğünü de büyüğünü de; gizlisini de açık olanını da AFFEDER! İşte bu on günahtır (bütün günahlar).

Yeryüzündekilerin en büyük günahkârı dahi olsan, bu namaz sebebiyle günahların affolunur... Alic (çok kumlu bir çöl) kumları kadar günahın olsa dahi Allah onları affeder!”

Konuyla ilgili bir başka hadiste Allah Rasulüne soruluyor:

-“Ya Rasulullah, müminlerin hangisi daha akıllı, şuurludur:

Cevap:

-“Ölümle başına geleceği en çok hatırlayan ve ölüm ötesi hayata en güzel şekilde hazırlananı… İşte onlar en akıllı, şuurlu olandır.”

-“En şuurlu, ileri görüşlü insan odur ki, neslini ilahi hükümlere tabi kılar. Ölümden sonra yararını göreceği fiilleri yapar… Aciz de neslinin arzularına tabi olup sonra da bir şeyler umur Allah’dan!...”



FARZ VE NAFİLE ibadetleri arasındaki farkın anlaşılması için basit bir misal vereyim...

Her şeyde olduğu gibi, örneğin gitar çalmayı öğrenmenin de asgarî şartları vardır. Bunlar en azından haftada bir gün ve en az bir saat eğitim almak ve günde en az yarım saat alınan eğitimin pratiğini yapmaktır. Bu asgarî şartlar düzenli olarak yapıldığında, kişi kabiliyetine göre belirli bir zamanda gitar çalmayı öğrenir. Bu farz olan ibadetlere bir misaldir.

Şayet kişi haftada bir gün eğitim almanın yanı sıra günde yarım saat yerine iki saat pratik yaparsa, asgarî şartların üstüne çıkıp, öğrenim işlemini hızlandırmış olur. Bu da nafile ibadetler için bir misaldir.

Özetle bir konuda ilerleme kaydedilmesi için uygulanması gereken asgarî şartlar vardır ki bu Kur’ân ve Rasulullah açıklamalarında FARZ olarak bildirilmiştir. Asgarî şartların üstüne çıkılması, ilgilenilen konuda daha hızlı ilerleme sağlar. Bu da Kur’ân ve Rasulullah açıklamalarında NAFİLE olarak bildirilmiştir.

HAZIR YERİ GELMİŞKEN, biraz da ibadet çalışmalarının teknik olarak öneminden bahsedelim…

İnsan tüm Esmâ’nın varlığına talim edilmesiyle (beynine ve bedenine programlanmasıyla) meydana geldiği için, Allah Esmâ’sından olan Eş-Şafî kuvve olarak varlığında (beyninde ve bedeninde) mevcuttur.

Eş-Şâfî Esmâ’sının bedendeki yeri, örneğin bizi hastalıklardan koruyan bağışıklık sistemimizdir.

İnsanın fizyolojik veya psikolojik sağlığını tehdit eden bir virüs veya mikrop, Eş-Şâfî kuvvesinin harekete geçmesiyle onarılır. Bu kuvve, beyin ve beden sağlığına karşı bir tehdit algıladığında otomatik harekete geçer.

Fakat Eş-Şâfî kuvvesinin (beyinde ve bedendeki şifa mekanizmasının) kişide harekete geçmesi, ancak beyinde ve bedende kendisini harekete geçirecek yeterli enerji varsa mümkündür!

Dolayısıyla kişinin beyni ve bedeni su, vitamin, mineral, oksijen, protein, yağ gibi gerekli enerji kaynaklarından mahrumsa; o kişi mevcut hastalığını onaracak yeterlilikte beyninde ve bedenindeki şifa mekanizmasını harekete geçiremez.

Dolayısıyla Allah’tan şifa istemek, varlığındaki Eş-Şâfî kuvvesini (şifa mekanizmasını) gerektiğinde harekete geçirtecek enerjiden beynini ve bedenini mahrum etmemektir.

Gerekli enerjiden (su, vitamin, mineral, oksijen, protein, yağ vs.) beynini ve bedenini mahrum edip, hastalandıktan sonra “Allah’ım bana şifa ver” diye dua edenin Allah (hakikat) ve Sünnetullah (Allah Esmâ’sının evrensel açılım ve gelişim sistemi) bilgisi eksiktir.

Allah tüm Esmâ’sıyla insanın varlığında (varlığını oluşturan beyni ve bedeninde) mevcuttur.

İnsan beyni ve bedeni, varlığında bilkuvve mevcut olan Esmâ kuvvelerini bilfiil harekete geçirtmek için ihtiyaç duyduğu enerjiyi hammadde olarak dışardan (yediklerinden, içtiklerinden ve soluduğu havadan) alan ve hammadde olarak dışarıdan aldıklarını, gerekli kuvveleri harekete geçirtmek için türlü enerji odaklarına dönüştüren katalizöre benzer.

Yapılan ibadet çalışmaları, hammadde olarak bedene aldığımız ve işlenerek beyne gönderilen enerjinin, ölüm ötesi yaşamda da yararlı olacak enerjiye dönüştürmemiz içindir. Bu enerji ölüm ötesi manyetik bedenimiz olan ruhumuza enerji dalgaları olarak yüklenir. Böylece varlığımızı oluşturan Esmâ kuvvelerini ölüm ötesinde de gerektiğinde harekete geçirtecek enerjiyi temin etmiş oluruz.

Gerekli ibadetleri yapmayan kişi, ölüm ötesi yaşamda ihtiyaç duyacağı Esmâ kuvvelerini harekete geçirtecek enerjiden mahrum yaşar. Tıpkı su, vitamin, mineral, oksijen, protein, yağ gibi, gerekli enerjiden beynini ve bedenini yoksun bırakan kişinin, hastalığa karşı beyni ve bedenindeki şifa mekanizmasını harekete geçirtemeyip, zayıf düşmesi gibi.

Enerji transferleriyle yapılan tedaviler dahi kişinin kendindeki kuvveleri dış müdahale ile harekete geçirildiği takdirde gerçek anlamda bir sonuç verebilir... Aksi takdirde bu tür tedaviler, baş ağrısını Aspirin ile geçiştirmeye benzer. Yani kalıcı fayda sağlamaz.

Bunun gibi Rasullerden ve Velîlerden ulaşan şefaat dahi, kişinin kendindeki potansiyeli harekete geçirmesine vesile değilse avuntudur.

Hadiyd Sûresi, 13, 14 ve 15’inci ayetler bizi bu konuda şöyle uyarmaktadır:

“O gün iki yüzlü (münafık) erkekler ve iki yüzlü kadınlar, iman edenlere: “Bizi bekleyin ki nûrunuzdan yararlanalım” der! “Geriye dönün de bir nûr araştırın” denildi. Derken aralarına kapısı olan bir sur (geçilmez perde) çekilir ki onun bâtını (iç âlemi) içinde rahmet vardır, onun zâhiri azap tarafındandır.”

“(iki yüzlüler) onlara (iman edenlere): “Sizinle beraber değil miydik?” diye seslenirler. “Evet ama siz, Allah emri (ölüm) gelesiye kadarki süreçte, nefslerinizi fitneye düşürdünüz (imanı yaşamadınız), gözetleyip durdunuz, şüphe ettiniz, kuruntular da sizi aldattı ve o çok aldatıcı da (bilincinizdeki şartlanmışlık fikirleri) Allah’la (siz O’ndan var oldunuz ne yapsanız bir şey olmaz size, kuruntusuyla) sizi aldattı!”

“Bugün artık ne sizden (münafıklar) ve ne de hakikat bilgisini inkâr edenlerden bir kurtuluş bedeli alınır! Sığınağınız Nâr’dır… O (Nâr) sizin mevlânızdır… Ne kötü dönüş yeridir o!”

EVET, Hz. Muhammed (s.a.v.) ’in Allah ismiyle açıkladığı hakikat, muhtaçlık kavramından beridir.

Allah, tüm Esmâ’sıyla insanın varlığını oluşturduğundan, insan dahi gerçekte muhtaçlık kavramından beridir.

Ne var ki insan, varlığındaki hakikati bilmediğinden, çareyi hep dışında aramıştır.

Dışındakiler, ancak varlığında olanı bilmen, değerlendirerek harekete geçirmen için bir vesiledir.

Doğrusunu bilen Allah’tır…

HAZIR SÖZ AÇILMIŞKEN, Üstâdım Ahmed Hulûsi’nin “Kıyamet Hâlleri” isimli yazısında, insanların kıyametteki halleri hakkında Rasulullah (s.a.v.) Efendimizin açıklamalarını okuyalım...