Kitap boyunca Hacer’ul Esved’den bahsettim. Kitabın bu son bölümünde biraz olsun Mekke ve Medine’den de bahsetmenin yerinde olacağına karar verdim. Bu konuda ne yazabilirim diye düşünürken, aklıma 2014 yılında yaptığım bir Umre ziyaretimden sonra Üstadım Ahmed Hulûsi’ye yazdığım mektubu paylaşmak geldi.

 

 

ZİYARET

 

Kur'ân ve Rasûlullâh'ı anlamamı sağlayan yegâne ilham kaynağım,

Yaklaşık 2 ay önce Sahih-i Buhari’yi okumaya başladım. Bu sayede Efendimiz Aleyhisselâm’ın yaşadığı zamanın şartları ve kişiliği zihnimde daha net şekillenmeye başladı.

Derken bir arkadaştan Umre teklifi geldi. 

Efendimiz Aleyhisselâm’ı daha yakından tanımanın getirdiği farklı bir duygu ve hissiyat içinde, böyle bir ziyaretin yerinde olacağını düşündüm.

Medine'de, özellikle Efendimiz Aleyhisselâm’ın mescidinde, teneffüs ettikçe sükûn ve huzur veren hoş bir koku ve makamına yaklaştıkça yoğunlaşan bir güç alanının varlığını sanırım birçok giden algılamıştır.

Kendi kendime sordum: "Acaba bu şehri sarıp sarmalayan bu güç alanı ve kendine münhasır o koku, gerçekten Efendimiz Aleyhisselâm’ın ruhaniyetinden kaynaklanıyor olabilir mi?... Yoksa bunun böyle olduğunu ben mi tevehhüm ediyorum?”

Olabildiğince objektif olmaya çalıştım… Ve nihayet orada geçirdiğim saatler ve günler sonrasında, tüm bu cezbedici deneyimlerimin Efendimiz Aleyhisselâm’ın ruhaniyetinden kaynaklandığı hususunda içimde hiçbir şüphe kalmadı. O etki altında kaç defa içimden gayri ihtiyarî "kesinlikle Muhammed Allah'ın kulu ve Rasûlüdür" diye itiraf etme gereği duydum.

O huzur dolu mescitte kıldığım namazlardan bir namazımda içime bir hüzün çöktü ve kederlendim.

Şu sebeple…

Efendimiz ne kadar muhteşem bir irsal olmalı… Ki yaşadığı o hakikatler beyninden öyle güçlü ve tesirli dalgalar halinde Medine'ye yayılıp tüm şehri kuşatmış; aradan 1400 yıl geçmesine rağmen gücünü ve tesirini hiç yitirmemiş. Öyle ki, Efendimiz Aleyhisselâm’ın vefatından önce Medine'de tüm yaşananlar halen tüm canlılığıyla orada mevcut, yeter ki bunu değerlendirecek veri tabanına sahip olalım.

Evet… Efendimiz Aleyhisselâm’ın beyninden olağanüstü bir güçte yayılan dalgalar, aradan 1400 sene geçmesine rağmen etkisini kaybetmemiş. Böyle bir kişinin makamı önünde saygıyla eğilmekten başka ne yapabilirim ki..

Bu zamana kadar hakikate dair “bir şeyler biliyor ve yaşıyorum” sanısı içinde yaptıklarımdan utandım ve şöyle dua ettim: "Rabbim, Rasûlullâh Efendimizin şefaatine nail eyle, o şefaati değerlendirmek suretiyle yakîne erdir."

Mekke'de ise Kâbe'yi ilk gördüğüm ve tavaf ettiğimde duygulanmıştım. Acaba Kâbe'yi tekrar görmekten mi kaynaklanıyordu bu duygusallığım ve Kâbe'deki yüksek frekanslı manyetik alanın stimüle etmesiyle hormonal bir denge bozukluğu muydu bu yaşadığım?

Bu hassasiyetimi fırsat bilip dua ettim "Ey Kâbe'nin Rabbi olan Allâh'ım, Rasûlü’nün şefaatine nail eyle, o şefaati değerlendirerek yakîne erdir..."

Biraz istirahat edip kendime geldikten sonra tekrar tavaf etmeye gittim. Fakat bu defa duygularımı kontrol ederek, elimden geldiğince objektif olmaya çalıştım.

Yüksek bir enerji alanı içinde olduğum bilinciyle bir yandan Kâbe'yi, diğer yandan da insanları seyrediyordum. "Bu yerin özelliğini ve gayesini anlamadığım sürece, burada olmaktan nasıl yararlanabilirim?" diye düşündüm.

Böyle düşünürken aklıma Kâbe'yi inşa eden İbrahim Aleyhisselâm geldi. Acaba İbrahim Aleyhisselâm neyi fark etmiş olabilir, ki bu farkındalığını ley hatlarının kesiştiği böyle özel bir alan üzerine inşa ettiği Kâbe ile ifade etme gereksinimi duymuş?

Bu sorumun cevabını alabilmem için kendimi İbrahim Aleyhisselâm'ın yerine koymaya çalıştım. Aksi takdirde Kâbe'yi kendi zannınca değerlendirmek suretiyle içini putlarla dolduran müşriklerden hiç farkım olmazdı.

Mekke’deki ilk günüm böyle düşünceler içinde geçti.

İkinci gün tavaf etmeye gittiğimde kendimce dünyanın oluşumunu tahayyül ettim.

Nasıl ki insan, genetik bilgi istikametinde bir oluşum ve gelişim sürecine tabi ise; bunun gibi Dünya dahi evrensel bir bilgi tabanına dayalı oluşum ve gelişim sürecine tabidir. Dolayısıyla Kâbe’nin üzerinde bulunduğu bu ley hatlarının kesişme noktasıda, evrensel bilgi tabanına dayalı olarak tabiatın meydana getirdiği bir oluşumdur.

Buna mukabil İbrahim Aleyhisselâm gibi algısı açık olan bir insan tarafından bu enerji alanının tespit edilerek, o alan üzerine Kâbe'nin inşa edilmesi ise, insanın tabiata (tabii akışa) müdahalesidir.

Başka bir ifadeyle…

Varlığı meydana getiren yaratıcı güç ve ilim, meydana getirdiği eserini insan gibi entelektüel birimler eliyle idare edip, yön verme durumundadır.

Konunun anlaşılması için biraz insan beyninden bahsedeyim…

İnsan beynindeki epifiz, bu ley hatlarının kesişmesinin oluşturduğu yüksek frekanslı enerji alanına benzer. Bu alan üzerine inşa edilen Kâbe’nin temsili ise, beynin en gelişmiş bölgesi olan prefrontal kortekstir. Aklî işlevlerin yürütüldüğü ve farkındalığın yaşandığı prefrontal korteks, beyinde en son oluşan ve ancak ölüm ile oluşumu tamamlanan bir beyin devresidir.

Farkındalık alanımız diye de ifade edebileceğimiz prefrontal kortekste entelektüel işlevler yürütülerek beyne ve beyin üzerinden ulaşılan her şeye formasyon verilir. İşte bu, az önce bahsettiğim insandaki tabiata (tabii akışa) idare edip, oluşuma yön verme özelliğidir.

İbrahim Aleyhisselâm, ley hatlarının kesiştiği alanı tespit etmiş ve üzerine Kâbe'yi inşa ederek insanlığın gidişatına yön vermek suretiyle, insanlığın selâmeti açısından tabiatı idare etmiştir.

Efendimiz Aleyhisselâm’dan önceki Nebi ve Rasûllerin tabiatı idaresi ve toplumuna yön vermesi de bu şekildeydi.

Efendimizle beraber insandaki bu idare özelliği hiyerarşik bir biçimde organize edilerek daha etkin bir hal almıştır.

Bizim Ricâl-i Gayb (manevî görevliler ordusu) diye bildiğimiz, insanlığın gidişatıyla ilgilenen idarî bir kurum, bizzat Efendimiz Aleyhisselâm tarafından organize edilip hayata geçirilmiştir. Bu idarî kurum var oldukça, insanlığın gidişatı da emin ellerde olacaktır.

Üstadım, Mekke’deki ikinci günüm de bu tür hissedişler ve düşünceler içinde akıp geçti.

Saygı ve Sevgilerimle

 

Waalwijk, 05-05-2014