BÖLÜM 9

BİLLUR GİBİ

 

Efendimiz Aleyhisselâm şöyle buyurmuştur: “Rüknü’l Esved semâdan indi, Ebu Kubeys dağına beyaz bir billur gibi kondu. Kırk sene orada kaldıktan sonra İbrahim Aleyhisselâm’ın temelleri üzerine yerleştirildi.”

*                      *                      *

Hacer’ul Esved’in semâ’dan inmesi, onun uzaydan Dünya’ya düşen bir göktaşı olduğuna işarettir.

Ebu Kubeys dağı Kâbe’ye en yakın tepedir. Bir diğer ismi ise Cebel-i Emin’dir. Hikâyede Hz. İsmail Aleyhisselâm Hacer’ul Esved taşını bu dağda bulup getirdiği anlatılır.

Taşın ilk hali beyaz ve billur diye tarif edilmiştir. İkinci bölümde bu taşın aslında beyaz olduğundan ve insanlardaki parazit dalgaları çekerek zamanla bugün bildiğim siyah renkli haline dönüştüğünden bahsetmiştim.

Gelelim hadisin insanla ilgili yönüne.

Bedenin tabii halleri ağır bastığında, kişi epifizdeki yüksek frekans desteğinden yararlanamaz. Hakikate karşı duyarlılığını kaybeder, bilincini aydınlatan nûr (yüksek sezgi ve ilham gücü) söner ve tabiat karanlığı içinde kaybolur.

Halbuki özünü yansıtacak muhteşem bir yapıda var olan insan bilincinin orijin hali billur bir aynaya benzer!

Ne var ki bu ayna, bedenin tabii hallerinin galebe gelmesiyle yanlış fikirlerin etkisine kapılarak teklik müşahedesinden (ve bu müşahedenin getirisi olan mantıksal bütünlükten) uzaklaşıp, özünü yansıtacak o parlak halini (safiyetini) yitirmiştir.

Bilincin tekrar aslî safiyetine dönmesi (ki bu hâl, Efendimiz Aleyhisselâm’ın mi’râc’ta Âdem Aleyhisselâm’ın ruhuyla karşılaşıp, “görünüşü Allâh’ın halk ettiği günkü gibi! O’nda hiçbir şey değişmemiş” diye buyurduğu hâldir) için üzerine bulaşmış kirlerden (şirkten - hayvaniyetinden) arınıp saflaşması gerekir.

İşte bilincin arınıp saflaşması, Dinin ana gayesidir. Nitekim bu husus Şems sûresi 9. âyette şöyle açıklanmaktadır: “Gerçekten onu (bilincini) arındıran kurtulmuştur.”

Hadiste geçen “kırk sene” ifadesine gelince…

İslâm dininde otuz üç yaş olgunluğun; kırk yaş ise olgunluğun sonuçlarının yaşanması dönemi olarak tespit edilmiştir.

Nitekim biyolojik anlamda kırk yaşın önemi hakkında Efendimiz Aleyhisselâm bir açıklamasında şöyle buyurur: “Kırk yaşına erdiğinde bir kişi, yüzünü Allâh’a döndürmezse; şeytan başına oturur, iki ayağını sallandırıp gözlerini perdeler ve ben bunu esir aldım; artık bu benim kulumdur; der.”

Dolayısıyla “kırk sene” ifadesi, arınma sürecinden geçen bilincin, hakikatini fark ederek rüşde ermesi (olgunlaşması) anlamında söylenmiştir. Artık başkalarını da gerçeğe erdirme konusunda rehberlik edebilir. Yani, Risâlet ve Nübüvvet işlevlerini yürütebilir!

Yine bu “kırk sene” bahsi, Âdem Aleyhisselâm’dan İbrahim Aleyhisselâm’a kadar olan bir sürece de işaret etmektedir. Çünkü hakikat şuuruyla yaşam -Velâyet- Âdem Aleyhisselâm ile başlayıp, onun zürriyetinden gelen Rasûl ve Nebilerle gelişmiş ve nihayet İbrahim Aleyhisselâm ile gelen Tevhid anlayışı temelleri üzerine yerleştirilmiştir.

Günümüz ifadesiyle Tevhid, evreni tekil birleşik yapı olduğu görüşünden hareketle, mantıksal bütünlük içinde değerlendirme durumudur.

Buraya kadar olan kısım, Bakara sûresi 4. âyette “öncekilere inzâl olmuş” diye belirtilen kısımıdır. Yani, Efendimiz Muhammed Aleyhisselâm’dan önceki Rasûl ve Nebilerin hakikat algısı ve yaşantısı, Tevhid kapsamında gerçekleşmiştir.

Efendimiz Aleyhisselâm ile gelen Vahdet anlayışı neticesinde Velâyet tavan yapmıştır.

Günümüz ifadesiyle Vahdet, oluşumu, hakikati noktasından bakarak değerlendirme hâlidir.

Fâtiha sûresindeki “Hamd (işlevini yerine getirmek) sadece Allâh’a mahsustur” âyetindeki hamd (değerlendirme), bu hamd’dır.

Bununla ilgili Efendimiz Aleyhisselâm’ın şöyle bir açıklaması vardır: “Tevrat’taki ismim Ahyed’dir (uzaklaştıran); çünkü ben ümmetimi ateşten alıp uzaklaştırırım… Zebur’daki ismim el Mahiy’dir (silen); çünkü Allâh benimle putlara kulluk yapanları sildi… İncil’deki ismim Ahmed’dir (Zât’ın tecellisi olarak Hamd etmekte olan)… Kur’ân’daki ismim Muhammed’dir (kesintisiz çok Hamd edilen); çünkü ben Semâ ve Arz ehli arasında Mahmud’um (değerlendirilenim).”

Efendimiz Aleyhisselâm’ın Risâlet ve Nübüvvet işlevleriyle insanların Din (varlığın hakikati ve oluşum gerçekleri) konusundaki bilgilenmesi tamamlanmıştır.

Mâide sûresi 3. âyette (ki bu Kur’ân’ın son âyetidir) bu gerçek şöyle açıklanmıştır: “Dininizi ikmal ettim (Din konusundaki bilgilenmenizi), üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için Din (anlayış) olarak İslâm’a (Allâh’a tam teslimiyete) razı oldum…”

Efendimiz Aleyhisselâm ile bu neslin insanlarının kıyâmetine kadar gerekli tüm bildirimler yapılmış, işaretler verilmiştir. Buna göre yapılması gereken çalışmalar da tespit edilerek kendisinden sonra başka bir Nebi’ye ihtiyaç bırakmamıştır.

Buna mukabil, “benim ümmetimin Velîleri, Benî İsrail Nebileri gibidir” açıklaması ile kendinden sonraki insanların, O’nun Risâletinden ve Nübüvvetinden yararlanmaları konusunda görev yapacak (insanlığa bu konuda yardımcı olacak) Velâyet devrine işaret etmiştir. Bu konuda daha fazla bilgi isteyenler Üstadım Ahmed Hulûsi’nin “Velâyet Kemâlâtı” ile “Velâyet Türleri ve Mertebeleri” yazılarını okumalarını öneririm.

Fark edileceği üzere az sözle çok şey anlatmaya çalışıyorum. Gerçekte bu anlatmaya çalıştıklarım ancak geniş kapsamlı tetkik ile anlaşılabilecek konulardır.

Bu kitabı yazmamın bir amacı da okuyanlarda merak duygusu uyandırmaktır… Ki çocuk yaştan itibaren Din hakkında edindiğimiz tüm değer yargılarımızı bir kenara bırakıp, konuyu yeni baştan ele alma gereksinimi hasıl olsun.

Gayret bizden, tevfik Allâh’tan.

Tabiki doğrusunu Allâh bilir.