YENİ BİR NESİL

Gelen BİLGİ içinde İbrahim’i de hatırla (zikret)! Muhakkak ki O Sıddık’tı, Nebi idi. (19.Meryem: 41)

İbrahim Aleyhisselâm tek bir vücud (bütünsel yapı) olan evrenin fıtratla (programla) meydana geldiğini müşahede eder. Bu müşahedeye göre varlıktaki her oluş derindeki Yaratıcı aklın bir tasarımıdır.

Basiretle gördüklerimizin ardına geçtiğimizde, her birimin bütünsellikle uyumlu olarak işlevini yerine getirdiği, dinamik bir sistemin varlığını tespit ederiz. İşte bu yaratıcı kudretin aklıdır. Sistemin ardında ise Yaratanın bize göz kırptığını görür ve anlarız ki, gören ile görünen aynı tek varlıktır.

İşte burada, İbrahim Aleyhisselâm’ın derin düşünce sonucu ulaştığı bu gerçeğe bizde ulaşır ve “Muhakkak ki ben vechimi (bilincimi) hanîf (tanrı objesiz) olarak, semâlar ve arzın Fâtır’ına (her şeyi yaratış amacına göre programlayarak Yaratan’a) yönelttim... Ben müşriklerden değilim!” (6.En’am: 79) ifadesindeki manayı anlamış oluruz.

Ana yapısı itibariyle evren, birimin bünyesinde barındırdıklarını açığa çıkarması için genel bir tetikleyici mekanizma gibi işler.

Şöyle ki... On iki burç diye bildiğimiz, etrafımızı saran yıldız kümelerinden yayılan kozmik ışınlar ve bu ışınları farklı açılardan dünyamıza yansıtan gezegenler, yeryüzündeki tüm canlıların oluşumunu düzenleyen bir sistemdir.

İnsan beyni, anne rahmindeki oluşumu aşamasında bu yıldız kümelerinden gelen ışınlarla programlanır ve doğumundan ölümüne kadar burçların yönlendirmesiyle yaşamını sürdürür. İnsanın ölüm sonrasındaki yaşamı dahi yine burçların etkisi altında süregider. Nitekim Muhyiddin Arabî k.s. bu hususa, “Dünya’da ve cennetlerde oluşan her şey burçların tesiriyle meydana gelir” diye işaret etmiştir. 

Geçmişte yıldız ve gezegenlerin insan kaderi üzerindeki etkilerini fark edenler, yıldız ve gezegenlere tanrılık atfetmiş ve onları sembolize eden putlar yaparak, onlara tapınma yoluna gitmişler.

İşte böyle bir toplum içinde Dünya’ya gelen İbrahim Aleyhisselâm, bu yıldız ve gezegenlerin yeryüzündekileri idare eden birer tanrı olamayacağını; Yaratanın kendi özelliklerini seyretmek için evren ve içindekileri kendi vücud yapısı içinde (uzay kapsamında), bir sistem ve düzenle meydana getirdiğini; dolayısıyla yıldız ve gezegenlerin (burçların), mahlukatın kaderlerini düzenleyen Yaratıcı aklın mekanik bir yansıması olduğunu tespit etmiştir.

Yaratacı akıl ise ötedemizde bir tanrı (dışsal güç) değil, kulluk etmekte olduğumuz özümüzdeki holografik tekil hakikattir.

İşte bu gerçeği tespit eden İbrahim Aleyhisselâm, başta babası olmak üzere toplumunu bu konuda (Kelime-i Tevhid olan “La ilâhe illâ Allâh” = “Tanrı yoktur, sadece Allâh” konusunda) bilgilendirme yoluna gitmiştir.

Hani İbrahim babası Azer’e: “Putları ilâhlar mı ediniyorsunuz? Doğrusu ben, seni ve topluluğunu apaçık bir sapıklık içinde görüyorum” demişti. (6.En’am: 74)

Böylece İbrahim’e, ikân sahibi olsun diye, semâlar ve arzın melekûtunu (derûnundaki, onları oluşturan kuvveleri) görecek basireti veriyoruz (gözünün gördüğüyle eşyanın hakikatinden perdelenmesin diye). (6.En’am: 75)

Gece (bilgisizlik – cehl) onu bürüyüp, örtünce bir yıldız (bilincini fark etti) gördü… “İşte bu Rabbim” dedi… Batınca da (hakikatini anlamada yetersiz kalınca): “Batanları sevmem” dedi. (6.En’am: 76)

Ay’ı (duygusallık kaynağı oluşu itibarıyla benliğini) doğarken gördü… “İşte bu Rabbim” dedi… Batınca şöyle dedi: “Yemin olsun ki eğer Rabbim hidâyet etmemiş olsaydı, elbette sapmışlar topluluğundan olurdum.” (6.En’am: 77)

Güneş’i (Hakikati yaşatır umuduyla aklını) doğarken gördü… “İşte bu Rabbim, bu daha büyük” dedi… Batınca (aklın Allâh’ı kavramada yetersizliğini fark edince) şöyle dedi: “Ey halkım, doğrusu ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden berîyim.” (6.En’am: 78)

Muhakkak ki ben vechimi (bilincimi) hanîf (tanri objesiz) olarak, semâlar ve arzın Fâtır’ına (her şeyi yaratış amacına göre programlayarak Yaratan’a) yönelttim… Ben müşriklerden değilim!” (6.En’am: 79)

Æ

Bu noktada şu gerçeği tekrar hatırlatmakta fayda vardır.

“Allâh” ismi, evrensel özün kendine seçmiş olduğu ve Efendimiz Aleyhisselâm’a vahiy ile bildirdiği özel bir ismidir ve İhlâs sûresinde Zât’ını Ahadiyet ile vasıflandırmıştır. İsmi Allâh olan evrensel özün TEKİL bir yapı olduğunu vurgulayan Ahadiyet vasfı, kendisi dışında bir varlık olmadığı gerçeğine işaret ederek tanrılık (ve buna dayalı tapınma) kavramını da geçersiz kılar. Dolayısıyla Kur’ân’daki “Allâh” tarifi asla bir “tanrısallık” (dışsal güç) mefhumuyla bağdaşmaz. (6)

İbrahim Aleyhisselâm’a “Tevhid Rasûlü” denmesinin sebebi, çokluk kisvesine bürünmüş (çokluk görüntüsü veren) evrenin, tek bir varlık olduğunu idrak etmesi ve o boyutun bilgisiyle (teklik şuuruyla) tanrı kavramına dayalı tüm düşünce ve inanç biçimlerini yıkmasından ileri gelmektedir.

Bu durum Kur’ân’da şöyle açıklanmıştır:

Hani Rabbi (Esmâ bileşimi hakikati) İbrahim’i birtakım birimlerle (karşılaştırıp onlara karşı düşüncelerini) imtihan etmişti de (yıldız – ay – güneş konularına verdiği cevapları hatırlayın), O da hakkıyla bu konularda değerlendirmelerini ortaya koyarak, başarmıştı. (2.Bakara: 124)

İbrahim Aleyhisselâm’ın, varlığın tekliği esasına dayalı bütünsel bakma anlayışıyla (düşünce sistemiyle) vehme dayalı fikirleri paramparça etmesi (çürütmesi); Bundan sonra Rabbi: “Ben seni insanlara imam (ilmi nedeniyle kendisine uyulan) kılacağım” demişti. (2.Bakara: 124) âyetinde belirtildiği üzere O’nu, insanlık için “imam” durumuna getirmiştir. Bu konuda İmam Rabbânî k.s. “Mektûbât”ında; “Nübüvvet makamının derecelerini geçtikten sonra (sonunda), içlerinden bir kaçına İmamet makamını verirler...” diye yazmıştır. Takdir edersiniz ki burada bahsi geçen imamlık vasfının, genelin anladığı imamlıkla ilgisi yoktur.

İbrahim Aleyhisselâm’ın inşâ ettiği Kâbe, insanları evrensel tekilliği anlamaya ve esaslarına uygun bir yaşam sürmeye dâvettir. Bu husus Kur’ân’da şöyle anlatılır:

Hani biz İbrahim’e Beyt’in mekânını hazırlamıştık da: “Bana bir şeyi ortak koşma! Beytimi, tavaf edenler, (benlikleriyle) ayakta dönenler ve secde (benliksiz) ile rükû edenler (boyun eğenler) için arındır!” (22.Hacc: 26)

“İnsanlara haccı yaşamalarını ilan et (Beytullâh’a davet et) ki yakın veya derin – uzak yollardan gelen her tür binek aracıyla sana gelsinler.” (22.Hacc: 27)

Günümüzde Kâbe’yi ziyaret esnasında yerine getirilen uygulamalar (Haccın rükünleri ve şartları), vaktiyle İbrahim Aleyhisselâm tarafından bildirilmiş hükümlerdir.

Bu hükümler İbrahim Aleyhisselâm’ın vefatından sonra, insanların getirdikleri yorumlar ve kattıkları safsata ile esas gayesinden uzaklaşarak “insanları idare eden tanrılara (dışsal güçlere) tapınma” inancına dönüşmüştür.

İnsanlar evrensel tekilliği hissetsin ve bütünsel bakmanın cennetini yaşasın diye, İbrahim Aleyhisselâm’ın inşa ettiği Kâbe’nin içi 360 tanrıyı temsil eden 360 put ile doldurulmuş; bildirmiş olduğu rükün ve şartlar ise putlara tapınma amacıyla uygulanan dinsel tören hâline gelmiştir.

Doğru bilgiden sapmanın getirdiği bu yanlış uygulama, Efendimiz Aleyhisselâm’a kadar devam etmiştir.

İbrahim Aleyhisselâm’ın genetik mirasçısı olan Efendimiz Aleyhisselâm, Kâbe’yi tanrılardan arındırmış ve Hac ile Ümre ziyaretinde yapılması gereken uygulamaları da, olması gerektiği gibi aslına döndürmüştür.

Evet, biz tekrar konumuza dönelim...

Æ

Beyni yönünden evrensel tekilliği hissedip, bütünsel bakmanın cennetini yaşama yetisiyle meydana gelen insan; ikinci beyin diye nitelenen, enterik sinir sistemi yönünden ise hayvanlarla aynı fıtratı paylaşır. Birbirine ters düşen bu iki yapıda (şuur ve beden) hangisinin yaşam bilgisi ağır basarsa, kişi yaşamını onun etkisi altında sürdürür.

İbrahim Aleyhisselâm da tercihini seçkin yaratılışının hakkını vermekten yana yaptığı için; “Muhakkak ki O Sıddık’tı..” (19.Meryem: 41)

Ve “Nebi idi!” (19.Meryem: 41)…

Çünkü İbrahim Aleyhisselâm insanlara, ebedî saadetleri için kendisine açılan ilme... Yani, Nübüvvet bildirimine teslim olmalarını da teklif etmiştir.

(İbrahim) babasına demişti ki: “Ey babacığım… İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir faydası olmayan şeye niçin tapınıyorsun?” (19.Meryem: 42)

“Ey babacığım… Kesinlikle sende olmayan ilim, bende açığa çıktı! Bu nedenle bana tâbi ol, seni düzgün yola yönlendireyim.” (19.Meryem: 43)

Der ki: “Ey babacığım… Şeytana kulluk yapma! Muhakkak ki şeytan Rahmân’a âsi oldu.” (19.Meryem: 44)

 

“Şeytana kulluk yapma...”

Yani, “bedensellik fikrine kapılma! Çünkü kendini sadece bedensel varlık sanma fikri, beyin kapasitesine sınır getirerek kişiyi yüzeysel bir yaşamda sabitler. Halbuki şuursal bir varlık olan insan için yaşam, ölüm sonrasında da türlü boyutsal dönüşümlerle devam ede gidecektir.”

Yeri gelmişken, birazda dindeki “şeytan” tanımı üzerinde duralım.

Öncelikle bilelim ki “şeytan” diye bir tür yoktur!.

Gerçeğe uymayan, yanlış ve asılsız fikirlerle insanları saptırma işlevi İslâm dininde “şeytâniyet” olarak nitelenmiştir.

Örneğin şeytânî cinler (gözün görme sınırı dışında kalan ışınsal varlıklar) vardır. Aşağılık kompleksi olan bu görünmez varlıklar, kendi üstünlüklerini kabul ettirmek için insanların beynine yolladıkları türlü fikir ihtiva eden ışınsal impulslarla, onlara bedensel varlık olduklarını ilkâ ederek beynin esas potansiyellerine ulaşımı engellemek isterler.

“Ey cin topluluğu, gerçekten insanların çoğunluğunu hükmünüz altına aldınız (hakikatten uzaklaştırdınız)!..” (6.En’am: 128) âyeti, insanların çoğunluğunun cinlerin hükmü altında, iman esaslarından (beynin aşkın getirilerini yaşamaktan) uzak olduklarını belirtir.

Cinlerin hükmü altında olup da farkında olmadan ya da farkında olarak onların şeytânî emellerine hizmet eden insanlar da vardır ki, bu insanlar dahi Kur’ân’da şeytâniyetle vasıflanmışlar.

Günümüz teknoloji çağında ise bu şeytânî cinler ve hükmü altındaki insanlar şeytâniyetlerini organize bir şekilde, internet ile şekillenen medya üzerinden kitleleri manipüle ederek yapmaktalar. (7)

Rahmân ismine gelince...

Üstadım Ahmed Hulûsi “Er Rahmân” ismi manasını şöyle açıklar:

“Allâh” ismiyle işaret edilenin, “zerre”lerin zâtını “Esmâ”sıyla ilminde “var” kılma özelliğine işaret eder. Bugünkü anlayışa göre “Kuantum Potansiyel”e işaret eder. Tüm yaratılmışların kaynağı olan potansiyeldir. “Esmâ mertebesi”nin adıdır! Her şey, “var”lığını “ilim ve irade” mertebesinde bu ismin işaret ettiği özellikle elde eder!

Teknik açıdan Rahmân ismini ele alacak olursak, uzay kapsamındaki oluşumları (evren ve içindekileri) meydana getiren evrensel mekanizmanın potansiyelidir ve holografik esasa göre varlığın her zerresinde tümüyle mevcuttur.

İşte bu mevcut, gerçek beyin potansiyelidir!

Dolayısıyla “Şeytan” (gerçeğe uymayan, yanlış ve asılsız fikirleri ilka eden); insanı, beyin potansiyelinin getirisi (“cennet” diye misal yollu açıklanan) şuurun aşkın yaşam hâlinden mahrum etmeye çalıştığı için “... Rahmân’a âsi oldu.”

Bu mahrumiyetten babasını sakındırmak isteyen İbrahim Aleyhisselâm devamla şöyle der: “Ey babacığım… Ben, sana Rahmân’dan bir azap dokunmasından, böylece (böylece gelecek yaşamda da) şeytanın dostu (bedensellik sınırları içinde kalmış) olmandan korkarım.” (19.Meryem: 45)

İbrahim Aleyhisselâm’ın anlattıklarını değerlendiremeyen (Babası) dedi ki:“Sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun, İbrahim? Yemin ederim ki eğer vazgeçmezsen, seni mutlaka taşlatarak öldürürüm… Uzun müddet benden uzak kal!” (19.Meryem: 46)

Bunun üzerine (İbrahim) dedi ki: “Selâm üzerinde olsun. (19.Meryem: 47) Yani İbrahim Aleyhisselâm babasına, “beden ve tabiat kayıtlarından beri olup, hakikatini bilmenin güzelliklerini hazmıyla yaşayanlardan olması” temennisinde bulunduktan sonra, bu konuda Senin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim. Muhakkak ki O, bana çok ikramda bulunandır” dedi. (19.Meryem: 47)

Sonra devam etti… “Sizden de, sizin Allâh dûnundaki yöneldiklerinizden de uzaklaşıp; Rabbime dua ediyorum. Rabbimin yönelişi ile mutsuz sona ermeyeceğimi umarım.” (19.Meryem: 48)

Babasına ve toplumuna yararlı olamayacağını anlayan İbrahim Aleyhisselâm, çareyi onlardan uzaklaşmakta görür.

Bizler dahi yararlı olamadığımız kişi veya topluluğa takılmaya devam ettiğimiz taktirde, şartları gereksiz yere zorlamaya başlarız ve iyi niyetli çabamız neticede fanatizme dönüşerek istenmeyen sonuçlara sebep olabilir.

Nitekim Efendimiz Aleyhisselâm dahi Mekke’de toplumuna yararlı olamayacağını, hatta kendisine iman edenlere dahi daha fazla fayda sağlayamayacağını anladıktan sonra çareyi Medine’ye hicret etmekte bulmuştur.

Hicret ettiği yeni ortamın jeomanyetik enerjisinin misyonuna verdiği katkı ile kısa bir zaman içinde yüzbinlerce insana ulaşmıştır. Böylece birçok insandan gelen türlü soru ve sorunlara getirdiği çözümlerle gelişen ve nihayet “Bugün sizin için Dininizi ikmal ettim (Din konusundaki bilgilenmenizi), üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için Din (anlayış) olarak İslâm’a (Allâh’a tam teslimiyete) razı oldum...” (5.Mâide: 3) âyetinde belirtildiği üzere olgunlaşan din (oluşumun hakikati ve sistemi gerçeği) anlayışı, kıyamete kadar insanlığın faydasına sunulmuştur.

Æ

Babası ve toplumu tarafından anlaşılıp değerlendirilememenin üzüntüsü ile onlardan uzaklaşan İbrahim Aleyhisselâm, kendisinden (genlerinden) bu kemâlâtı yaşayacak/yaşatacak (insandaki üstün meziyetin değerini bilecek) bir neslin meydana gelmesini talep eder.

“Rabbim, salâtı ikameyi (Esmâ hakikatine yönelişin getirisini yaşayanlardan) kıl beni ve zürriyetimden de (ikame edenler yarat)! Rabbimiz; duamı gerçekleştir.” (14.İbrahim: 40)

Toplumundan uzaklaşmak suretiyle bir yaşam biçimini sonlandıran İbrahim Aleyhisselâm’a yeni bir yaşamın kapısı açılarak duasına icabet olunur. Şöyle ki, (İbrahim) onlardan ve onların Allâh dûnundaki yöneldiklerinden uzaklaşınca, Ona İshak’ı ve Yakup’u hibe ettik… Hepsini Nebi oluşturduk! (19.Meryem: 49)

Onlara rahmetimizden hibe ettik ve onlarda Sıddıkiyet (Hakikati yaşayarak tasdik) ilminin yüce anlatım kuvvesini oluşturduk. (19.Meryem: 50)

İbrahim Aleyhisselâm’ın genlerinden gelen bu yeni neslin bir kolu, eşi Sare’den olan oğlu İshak Aleyhisselâm ve torunu Yakup (İsrail) Aleyhisselâm’ın zürriyetidir. Yakup Aleyhisselâm’ın zürriyetinden (yani, İsrail oğulları içinden) birçok Nebi çıkmıştır.

Diğer kolu ise cariyesi Hacer’den olan oğlu İsmail Aleyhisselâm’dır, ki onun zürriyetinden Efendimiz Muhammed Mustafa Aleyhisselâm meydana gelerek Nübüvvet devrini sonlandırmış ve ardından Velâyet devrini başlatmıştır.

Doğrusunu Allâh bilir.

 

 

(6) Allâh ismiyle işaret edilenin ne olduğu hakkında geniş bilgi isteyenlere, Üstadım Ahmed Hulûsi’nin “Hazreti Muhammed’in Açıkladığı ALLÂH” kitabını okumalarını öneririm.

(7) Cinler konusunun iç yüzünü öğrenmek isteyenlere, Dünya’da tek kaynak kitap olan Üstadım Ahmed Hulûsi’nin “Ruh İnsan Cin” isimli kitabını okumalarını öneririm.