GİRİŞ

Kur’ân âyetleri muhkem (açık-net anlaşılır hükümler) ve müteşabih (benzetme-işaret yollu anlatım) olmak üzere ikiye ayrılır.

Muhkem âyetlerin manası açık olduğundan yoruma ihtiyacı yoktur.

Müteşabih olanlar ise vahiy destekli bir kavrayışın benzetme yollu anlatımı olduğundan, ancak kendisine yüksek tefekkür gücü bahşedilmiş zevat tarafından anlaşılıp açıklanabilir.

Bu husus Kur’ân’da şöyle bildirilmiştir: “HÛ’dur; ki sana inzâl ettiği BİLGİ (Kitap) işaretlerinin bir kısmı muhkemdir (açık – net anlaşılır hükümler ihtiva eder), bilginin (Kitabın) anası – temelidir; diğerleri de müteşabihâttır (teşbih – misal benzetme yollu anlatım). Kalplerinde zey (art niyetli, olayı saptırmak isteyen düşünceye sahip) olan kişiler, fitne amaçlı tevilini (yorumunu – neye işaret ettiğini) yapmak üzere müteşabih olanlarıyla hükmederler. Bunların tevilini (kesin olarak ne kastedildiğini) ancak Allâh bilir. İlimde Rasih olanlar (derinlikli düşünenler): “İman ettik, onların tamamı Rabbin indîndendir” derler. Öze ermişlerden (Ulül Elbab) başkası bunu anlayamaz.” (3.Âl-u İmran: 7)

Evet, müteşabih âyetlerin kesin olarak neye işaret ettiğini öze ermişlerden başkası anlayamaz. Bundan dolayı vahye dayalı bildirimlerin anlaşılmasında insanlığın daima Rasûl ve varislerin yol göstermelerine ihtiyaçları olmuştur. “Ey iman edenler! Allâh’tan korunun; O’na yakîn edinmenizi sağlayacak vesile isteyin ve O’nun yolunda aziymle gayret edin ki kurtuluşa eresiniz.” (5.Maide: 6) âyeti buna işaret eder.

Oluşumun hakikati ve sistemi gerçeklerini işaret diliyle anlatan Kur’ân’ın üzerimizdeki hakkı, onun doğru anlaşılmasıdır. Bu husus Yûsuf sûresinde muhkem (açık) bir dille şöyle belirtilir: “Kesinlikle biz Arapça Kur’ân (OKUnası, kavranılası metin) olarak inzâl ettik Onu, aklınızla değerlendiresiniz diye.” (12.Yusuf: 2)

Malum olduğu üzere Efendimiz Aleyhisselâm’a gelen ilk vahiy “IKRA”, yani “OKU” emridir. Arapça’da yazılı bir metni okumanın karşılığı UTLU (tilavet) olup; IKRA ise yazılı bir metni okumanın ötesinde, “işaretleri çözmek” anlamında kullanılır. Dolayısıyla Kur’ân OKUmak, oluşumun hakikati ve sistemi gerçeklerini lisansüstü diyebileceğimiz bir şekilde kavramaktır. Bu da ancak Cebrailî kuvvenin vahyi veya ilham ve sezgi gücüyle mümkündür.

Tilavet ise kişinin anlayışına göre Kur’ân okumasıdır. Bunun neticesinde herkes kapasitesince Kur’ân’dan farklı şeyler anlamış olur. Halbuki Kur’ân tilaveti, IKRA emri doğrultusunda olmalıdır, ki buna ”tertil” denmiştir.

Tertil; Kur’ân’ı usul ve kaidesine göre, acele etmeksizin üzerinde dura dura anlaya anlaya okumaktır. “Onu okuduğunuzda, Onun okumasına tâbi ol.” (Kıyamet: 18) âyeti bu hususa işaret eder. Yani tertilden maksat, Kur’ân’ı kendi (beşerî) anlayışımıza göre değil, Efendimiz Aleyhisselâm’ın tilaveti üzere okuyup anlamaya çalışmaktır!

Efendimiz Aleyhisselâm; “Her ayetin bir Zahir’i (açık anlamı) ve bir Batın’ı (derin anlamı) vardır… Her Harf’in bir hadd’i ve her hadd’in bir matla’ı vardır…” buyurmak suretiyle, bizlere Kur’ân OKUmaya (çözümlemeye) dair önemli bir ipucu vermiştir.

Bir başka açıklamasında ise Kur’ân’ın yedi harf üzere inzâl olduğunu belirten Efendimiz Aleyhisselâm, Kur’ân’a olabildiğince kapsamlı bakmamız gerektiğini de anlatmaktadır.

Şöyle ki... Kur’ân dilinde KİTAP, oluşumun hakikati ve sistemi gerçeklerini ihtiva eden“BİLGİ” demektir; HARFin anlamı da o bilgiyi anlamayı sağlayacak ANLAYIŞtır (bakış açısı).

HARFin zahir anlamı konuşulan dildir. Çünkü harfler kelime ve sözcüklerin temel yapı taşlarıdır ve bilgi kelime ve sözlerle ifade edilir. Arapça’yı anlamazsak, o dil ile açıklanmış Kur’ân bilgisine nasıl ulaşırız?

HARFin batınî anlamı ise yedi nefs mertebesine (anlayış düzeyine) tekabül eder, ki her mertebe Kur’ân hikmetlerine açılan ayrı bir penceredir. Zira yaratılmış her birim bu yedi nefs mertebesinden birinde seyreder ve Kur’ân ifadesiyle “herkesin O’na dönen bir vechi vardır.” (2.Bakara: 148)

Şahı Velâyet Hz. Âli’nin k.v. bu hadise dayalı olarak söylediği; “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum…” sözündeki “kırk yıl” ifadesi, olgunluğun simgesidir. Yani, “Bana bir HARF öğretenin kırk yıl kölesi olurum…” ifadesi: Bana (beni Kur’ân sırlarına erdirecek) bir anlayış kapısı açanın, açtığı anlayış bende olgunlaşana kadar onun ilmî kişiliğinden yararlanırım…” anlamında söylenmiştir.

Ben, senelerdir Üstadım Ahmed Hulûsi’nin öğretisinden yola çıkarak Kur’ân dilini anlamaya çalışmanın büyük faydalarını gördüm. Üstadımın “Allâh ilminden yansımalarla Kur’ân-ı Kerîm Çözümü” kitabının bitmesi üzerinden iki yıl geçmişti. Kendisini ziyaret ettiğimde bazı Kur’ân ayetlerini beyin bilimiyle açıkladıktan sonra, “Bak, istersem komple Kur’ân’ı beynin çalışma mekanizması üzerinden de açıklayabilirim. Bu kitap (“Kur’ân-ı Kerîm Çözümü”), Kur’ân’ın sadece bir derinliğidir..” dedi.

Üstadımın bu sözleri bana derinden tesir etti. Çünkü beyin biliminin, Kur’ân sırlarında derinleşmeyi sağlayan bir HARF (anlayış) olduğunu fark ettim.

Neden öyle olmasın ki!?.

Kişi birazcık bilimden nasip aldıysa eğer, bunda şaşılacak bir şey görmez.

Eskilerin “âlemin aslı hayaldir” dediği; “beynimizin içinde oluşan hologram (hayal) bir dünyada yaşadığımız” konusu, günümüzde tartışmaya yer bırakmayacak bir biçimde ispatlanmış bilimsel bir gerçektir.

Günümüz dünyasında insanı tanımak için beyni anlamak nasıl bir zorunluluk haline gelmişse; aynı şekilde yaşamın gerçeklerinden bahseden Kur’ân ve Hadislerdeki işaretleri deşifre etmek için beyin biliminden yararlanmak, aklı başında bir insan için kaçınılmaz bir hâl almıştır.

Rabbimin lütfuyla beyin bilimi ışığında Kur’ân ve Hadislere bakma…” görüş açısı edinerek Kırk Hadis”, Uyanış” ve “Oluşum” isimli kitaplarımı yazdım. Bu kitabımı da aynı görüş açısına dayalı olarak hazırladım.

Ø

Gelelim kitabın konusuna...

Meryem sûresinin başındaki harflere Huruf-u Mukatta’a denilir. Huruf-u Mukatta müteşabihattan (vahiy yollu erilen hususî ilimlerden) olup, beşer aklının kavrayamayacağı gerçeklere işaret eder.

Sûre başlarındaki bu harfler, o sûrenin özünü teşkil eden çekirdeği gibidir. Sûrenin kendisi ise öz bilginin tenzilidir (bölüm bölüm açığa çıkarılmış hâlidir). Özün bilinmesiyle sûrenin şifresi çözülür. Belki de sûrenin kendisi, özdeki bilgiyle şuurlanmaya sebeptir.

İsminden anlaşılacağı üzere Meryem sûresi, Meryem Aleyhisselâm ile açıklık kazanan bir hakikatten bahseder. O halde sûre başındaki harfleri bu hakikatin ruhunu oluşturan bilginin işaretleri olarak ele alabiliriz.

Sûre başındaki harflerle ilgili olarak Efendimiz Aleyhisselâm şöyle buyurmuştur: “Kâfî’sin, Hâdi’sin yâ Âlimi Sâdık…” 

Yine bununla ilgili olarak Hz. Âli k.v.’nin: “Ey Kâf, Ha, Ya, Ayn, Sad beni bağışla...” diye dua ettiği rivayet edilir.

Ashabtan İbni Abbas r.a. Meryem sûresinin ilk ayetindeki harfleri şöyle tevil etmiştir:

KÂF= El Kâfî’den

HA= El Hâdî’den

YA= El Vâkî’den

AYN = El Alim’den

SAD= Es Sâdık’tan ibarettir.

Şeyh-i Ekber Muhyiddin Arabî k.s. “Tefsir-i Kebir”inde bu harflere şöyle açıklık getirir:

KÂF harfi, Zekeriyya’nın zayıflığının ve ihtiyarlığının gerektirdiği el Kâfî ismine;

HA harfi, Allâh’ın ona yönelik inayetinin, istediği şeyi onun için irade etmesinin gerektirdiği el Hâdî ismine;

YA harfi, akrabalardan korkmasının gerektirdiği el Vâkî ismine;

AYN harfi, sebeplerin olmadığı izhar etmesinin gerektirdiği el Alim ismine;

SAD harfi de vaadin gerektirdiği es Sâdık ismine işarettir.

Benim bu işaretlerden anladığım ise özetle şöyledir:

KÂF (El Kâfî): Allâh ismiyle işaret edilen evrensel özün ilminde vücud bulan her birim, O’nun özellikleriyle kaim ve gayrından münezzeh kılınmıştır. Dolayısıyla bize isabet eden dışsal veya içsel her türlü nimet veya musibet; Allâh’ın hakkımızdaki takdirine dayalı bir biçimde, evrenin enerji planından (Çekim Yasası gereği) üzerimize çektiğimiz dalgalarla ulaşır.

Burada anlaşılması belki zor olan husus şudur...

TEK bir VARLIK, çokluk algısı içinde kendi özelliklerini seyretmektedir. Bu seyirde her birim kendine özgü bir programla (kaderle) yer aldığı evrende, aynı zamanda bütünsellikle uyumlu bir işleve de sahiptir. İşte burası anlaşılırsa eğer, gerçekte bireysel anlamda bir kaderin olamayacağı; tek bir aklın tasarımı olarak meydana gelen evrende, kaderin de tek olabileceği rahatlıkla anlaşılacaktır.

HA (El Hâdî): Beyindeki iman kuvvesinin (epifiz), kişiyi evrensel gerçeklere karşı duyarlı hâle getirmesi özelliğidir.

Epifiz, derin varlık bilgilerini ihtiva eden yüksek frekansların beyne geçiş kanalıdır. Bu yüksek frekanslara dinde “iman nûru” denmiştir. Epifiz kanalı üzerinden beyne geçiş yapan bu yüksek frekanslar, beyin titreşimini yukarı çekerek ilâhî varlıkla rezonans meydana getirir. Bu sayede kişi özün “bilgisiyle seyretme” diyebileceğimiz bir görüş açıklığı edinir.

YA (El Vâkî): İnsanın yüklenmiş olduğu (genlerinde taşıdığı) hilâfet (Velâyet açılımı - Allâh’ta kendini tanımanın aşkın getirileriyle yaşama) özelliğinin, hak etmeyenlerin ele geçirmesine karşı korunmakta olduğuna işaret etmektedir.

İnsan genindeki bu özellik, ancak onu değerlendirebilecek olgunluğa (bilinç durumuna) gelindiğinde tetiklenip açığa çıkacak bir potansiyel olduğu için Kur’ân’da “emanet” denmiştir.

Muhakkak ki biz o Emaneti (Esmâ şuuruyla yaşamayı), semâlara (benlik bilincine), arza (bedene) ve dağlara (organlara) önerdik de, onu yüklenmekten kaçındılar (Esmâ bileşimleri onu açığa çıkarmaya elvermedi); ve ondan korktular! Onu, İnsan (hilâfeti oluşturan Esmâ mânâlarını açığa çıkarma şuuru) yüklendi! (33.Ahzab: 72)

KUR’ÂN (evrensel gerçekler) ve onu tebliğ eden İNSAN (Rasûlullâh Efendimiz ve vârisleri) dahi ilâhî bir emanet niteliğinde olup, üst birimlerin idarî mekanizması ile himaye altındadır. “Ona (Bilgiye), (şirk pisliğinden – hayvaniyetinden) arınıp, tâhir olanlardan başkası dokunamaz!” (56.Vâkı’a: 79) âyeti gereğince, Kur’ân ve İnsan’ı ancak evrensel tekilliği idrak edip, şirkten arınmış olanlar değerlendirebilir.

AYN (El Alim): Dünyamız ve bilincimiz, beynimizin içsel bir projeksiyonla meydana getirdiği bir hologramdır (hayal). İşte bu hayali projekte eden beynimizin veri tabanı, Allâh’ın bünyemizdeki ilim vasfıdır.

“Muhakkak ki O, Esmâ’sıyla Zât’ınız olarak Aliym’dir!” (42.Şûrâ: 24) âyeti bu gerçeğe işaret eder.

SAD (Es Sâdık): Kendini öz boyutta (Allâh’ta) ilâhî niteliklerle (Allâh isimlerinin işaret ettiği özelliklerle) tanıyıp, evrensel tekilliği hissederek tasdik etmek ve hakkını vererek yaşamaktır.

Velâyet mertebeleri içindeki en üst mertebe olan Sıddıkîyet, Kur’ân’da şöyle anlatılmaktadır: “Sıdkı (Allâh kulu olunduğu ve bedende hilâfet hakikatinin yaşandığı gerçeğini) getiren ve Onu tasdik edene (Hz. Ebu Bekir) gelince, işte onlar Müttekî’lerin ta kendileridir!” (39.Zümer: 33)

Ø

Bunu kısaca belirttikten sonra Meryem sûresiyle ilgili kısa bir değerlendirmemi de paylaşayım.

Zekeriyya Aleyhisselâm’ın ihtiyarlığına rağmen salih bir oğul ile müjdelenmesi, Meryem Aleyhisselâm’ın doğum mucizesi ve sûrede bahsi geçen diğer Nebi ve Rasûllerin yaşamından kıssalar, insanın seçkin yaratılışı yönüne ışık tutmak için anlatılmıştır.

Kendini sadece bedensel varlık kabul edenin beyin potansiyeli, bedensel kuvvelerle bastırılmışken; Hazreti Muhammed Aleyhisselâm’ın açıkladığı“Allâh” kavramı eşliğinde (Esmâ ile işaret edilen mutlak TEK’in öz nitelikleriyle) kendini tanıyanın beynindeki potansiyeller ise bedenin çekim gücünün fevkinde, ilâhî kuvveler olarak iş görmeye başlar. İşte burası mucize ve kerametlerin meydana geldiği yerdir.

Zekeriyya Aleyhisselâm’ın salih bir oğul ile müjdelenmesi ve Meryem Aleyhisselâm’ın doğum mucizesi, ilâhî boyut özelliklerinin insan beyindeki metafizik (transandantal) kuvveler halinde iş görmesiyle bilfiil vuku bulmuştur.

“Biz onu Ruhu’l Kudüs ile destekledik…” âyetindeki işaret üzere, ismi Allâh olanaatfedilen özellikler/Esmâağırlıklı bir yaşam tarzına sahip olan İsa Aleyhisselâm gibi; tüm Nebi ve Rasûllerde ve dahi yüksek dereceli Velîlerde görülmüş ve anlatılagelen mucize ve kerametlerin ardında beynin bu muazzam potansiyeliyle tahakkuk etme durumu vardır.

Beynin çalışma sistemi ve mekanizması ile kendi içinde meydana getirdiği dünyamız, ilâhî varlığın hayalî bir iz düşümüdür.

Bu her birim için böyledir..

“Ne yana dönersen Vechullâh karşındadır (Allâh Esmâ’sının açığa çıkışıyla karşı karşıyasın)(2.Bakara: 115) âyeti uyarısı bunun için yapılmıştır. Dolayısıyla “Esmâ ül Hüsnâ”, ötemizdeki bir yaratıcıyı tanıtmak için değil, gerçek kimliğimizi ve esas potansiyelimizi tanımlamak için bildirilmiştir.

Buraya kadar yazdıklarım tasavvufun derinliklerinden gün yüzüne çıkıp bizlere uzanan geniş bir yelpazenin özetidir. Bu öyle bir konudur ki, günümüzde dahi dillendirildiğinde kişiyi iman ve itikattan uzaklaştıracak uç örnekleri mevcuttur.

Azdan çoğu anlayanlar için bu kadar bilgi ve işaret yeterlidir.

Doğrusunu Allâh bilir.