TÛR’DAKİ HAKİKAT

Gelen BİLGİ içinde Musa’yı da hatırlat (zikret) Muhakkak ki O muhlas (Allâh’a kulluğunun farkındalığında olan, seçilmiş) idi; Rasûldü, Nebiydi. (19.Meryem:51)

Musa Aleyhisselâm, Firavun’un İsrailoğullarını köleleştirip onlara eziyetlerde bulunduğu bir dönemde doğmuştur. Bu dönem Kur’ân’da şöyle anlatılır:

Muhakkak ki Firavun o bölgede üstünlük kurmuş ve oranın halkını çeşitli sınıflara bölmüştü. Onlardan bir sınıfı aciz bırakıp aşağılamak için, onların oğullarını boğazlıyor ve kadınlarını diri bırakıyordu... Muhakkak ki o, bozgunculardandı. (28.Kasas: 4)

Bir gün kâhinler, saltanatına son verecek olan Musa’nın doğum haberini Firavun’a ulaştırırlar. Bu haber üzerine Firavun da o sene doğan çocukların (rivayete göre yetmiş bin çocuğun) öldürülmesi emrini verir. Musa olabilir diye öldürülen her çocuğun hayat enerjisi Musa Aleyhisselâm’a akar ve onda muazzam bir rûhaniyet oluşturur.

Ayrıca çocuk yaşta öldürüldüklerinden, henüz bedenin tabii halleri ilâhî istidatlarını örtmemiştir. Başka bir ifadeyle, çocukta bedensel varlık olduğu fikri henüz yer etmediğinden ilâhî kimliğine yakın konumdadır. Dolayısıyla Musa Aleyhisselâm’a akan hayat enerjisi aynı zamanda onu kudsî bir yaşama yönlendiren bir güç kaynağı olarak bünyesinde iş görür oldu. Muhyiddin Arabî k.s. “Fususu’l Hikem” isimli kitabında böyle bir durumun, bu şekliyle sadece Musa Aleyhisselâm’a nasip olduğunu yazar.

Musa Aleyhisselâm’ın annesi, öldürüleceği korkusuyla onu bir sandık içerisinde suya bırakır ve kızına da onu izlemesini söyler.

Bâtın anlamı yönünden “sandık”, Musa Aleyhisselâm’ı taşıyan bedeni ve maddesel (nöronik) yapısı yönüyle beyni sembolize eder. Beyin potansiyeli ise “su” ile sembolize edilmiştir. “Her diri şeyi sudan oluşturduk” (21.Enbiyâ’: 30) âyeti, biyolojik yaşam için suyun önemine işaret etmesi yanı sıra; tüm boyutları ve sayısız türleriyle evrenin yaşam kaynağı olan evrensel enerjiye (Allâh’ın kudret vasfına) ve enerjideki bilince (Esmâ şuuruna) işaret etmektedir.

Musa Aleyhisselâm’ı taşıyan sandık, Nil’in dalgaları arasında Firavun’un sarayına doğru sürüklenir ve “Firavun’un ailesi Onu kaybolmuş çocuk olarak bulup aldı. (28.Kasas: 8)

Firavun’un karısı Asiye (ki Efendimiz Aleyhisselâm, cennet ehli kadınlarının en faziletlileri arasında onun ismini de saymıştır); “Benim için de senin için de göz aydınlığıdır (bu çocuk). Onu öldürmeyin! Umulur ki bize faydalı olur yahut Onu evlat ediniriz” der ve Musa Aleyhisselâm’ı evlat edinmeye karar verirler. Ona, sudan geldiği ve ağaç altında durduğu için “Musa” adını verirler. Kıptî (eski Mısır halk) dilinde , su; , ağaç anlamına gelir.

Musa Aleyhisselâm Firavun’un sarayında, o devrin en gelişmiş imkanları içinde yetişir. Olgunluk yaşına eriştiğinde (33 yaş) bir kavgaya karışır ve istemeyerek işlediği cinayetten dolayı öldürüleceği korkusuyla Mısır’dan kaçıp, Medyen’e gelir. Medyen’de Şuayb Aleyhisselâm’ın kızıyla nikahlanır ve mihr olarak on yıl Şuayb Aleyhisselâm’a işlerinde yardımcı olur. Bu on yıl aynı zamanda Şuayb Aleyhisselâm’ın himayesi altında terbiye gördüğü bir süreçtir.

Musa Aleyhisselâm Medyen’de on sene kalıp, mihrini tamamladıktan sonra Mısır’a dönmeye karar verir ve ailesiyle birlikte yola koyulur. Yolculuğu esnasında, soğuk bir gecede yolu şaşırırlar. Hamile olan eşinin doğumu da yaklaşmaktadır. Musa Aleyhisselâm’ın kendini çaresiz hissettiği o an Kur’ân’da şöyle anlatılmaktadır:

Tur’un tarafından bir ateş algıladı... Ailesine dedi ki: “Durun, şüphesiz ben bir ateş algıladım... Belki ondan size bir haber getiririm yahut o ateşten bir kor getiririm de belki ısınırsınız.” (28.Kasas: 29)

Oraya geldiğinde, o mübarek yerde Eymen Vadisi’nin kıyısından, o ağaçtan: “Yâ Musa! Kesinlikle ben Allâh’ım âlemlerin Rabbi olan!” diye nida edildi. (28.Kasas: 30)

Hiçbir arkeolojik kanıt ve bilimsel tutarlılığı olmadığı halde, Bizans kralı Konstantin’in annesi Helena’nın gördüğü bir rüyaya dayalı olarak iddia ettiğine göre Tur dağı, Mısır’ın Sina yarımadasındaki iki yüksek dağdan biri olarak kabul görmüştür.

Halbuki gerçek Tur dağının, Suudi Arabistan’ın kuzeybatısında, Akabe’nin yaklaşık 110 kilometre güneyinde olan, eski Medyen topraklarındaki en yüksek dağ olan Cebel el-Lawz olduğu hususunda yeterli arkeolojik kanıt ve tutarlı bir teorik model vardır. (8)

Evet, Musa Aleyhisselâm Tur istikametinde ilerlerken, Eymen Vadisi’nin kıyısındaki ağaçtan ilahî kelâm’ı algılar ve Rabbânî ilimle aydınlanır. Bundan sonra İsrailoğullarına Rasûl ve Nebi olarak gönderilir. Risâlet işleviyle, oluşumun hakikati bilgisini dillendirirken; Nübüvvet işleviyle de bildirilen hakikatin yaşanması için yapılması gerekenlerden haber verir.

Musa Aleyhisselâm’ın bir diğer misyonu da Firavun’u uyarmaktır.

Devrin en büyük ilim merkezi olan Mısır’da, her konuda çok iyi eğitilmiş olan Firavun, kadim hakikat (varlığın tekliği esası) bilgisine de sahipti. Ne var ki bu bilginin gereğini yaşaması için beş duyunun oluşturduğu algı sınırları dışına taşarak, kendini bedensel varlık kabul etmesine yol açan fikirlerin üstünde (yani, şuurda boyutunda) bulması gerekirken; o ise hakikate dair bildiklerini ve hissettiklerini, bedenin algı sınırlarının oluşturduğu geçici dünya yaşamına hasretme (ilâhî varlık bilgisini bedensel arzularını tatmin etme yolunda kullanma) gafletine düşmüştür.

Bu durum Kur’ân’da şöyle anlatılır:

Git Firavuna! Muhakkak ki o iyice azdı!” (20.Tâhâ:24)

Musa Aleyhisselâm Firavun gibi çok bilmişlikten kaynaklanan, egosu güçlü birini uyarmanın zor olacağını bildiği için dedi ki: Rabbim, şuuruma genişlik ver (bunları hazmedebileyim ve gereğini uygulayabileyim). (20.Tâhâ:25)

“İşimi bana kolaylaştır.” (20.Tâhâ:26)

Lisanımdaki tutukluluğu çöz.” (20.Tâhâ:27)

“Ki sözümü (derinliğine) anlasınlar.” (20.Tâhâ:28)

Benim için ehlimden bir yardımcı oluştur.” (20.Tâhâ:29)

Kardeşim Harun’u. (20.Tâhâ:30)

“Onunla gücümü arttır.” (20.Tâhâ:31)

Onu işimde ortak yap.” (20.Tâhâ:32)

Ki seni çokça tespih edelim.” (20.Tâhâ:33)

Seni çok zikredelim (hatırlayalım)! (20.Tâhâ:34)

Muhakkak ki sen bizi Basıyr’sin! (20.Tâhâ:35)

Nitekim Musa Aleyhisselâm’ın bu duası kabul gördü ve misyonunu kolaylaştırması için Rahmetimizden, Ona kardeşi Harun’u Nebi olarak hibe ettik. (19.Meryem: 53)

Æ

Hikâyenin bu kısa seyrinden sonra biz tekrar Musa Aleyhisselâm’ın Tur dağında karşılaştığı hakikate dönüp, konuyu biraz daha irdeleyelim.

Ona (Musa Aleyhisselâm’a) Tur’un sağ tarafından (benliğinin sağ yanı, hakikatinden) nida ettik ve Onu neciy olarak (hakikatinin seslenişini duyacağı makâma) kurb makamına erdirdik. (19. Meryem:52)

İnzâl olduğu devrin mahdut imkanlarından dolayı evrensel gerçekleri işâret yollu (mecaz ve sembollerle) anlatan Kur’ân dilinde “dağ”, nefsin... Yani, benliğin sembolüdür. “Benlik” ise Allâh’ınRubûbiyet hükümlerinin açığa çıkma mahalli olan beynin özüdür... Yani, esas kimliğidir. Nitekim “nefsini bilen Rabbini bilir” hadisi bu gerçeğe ışık tutar. Dolayısıyla Tur dağı, Musa Aleyhisselâm’ın beynini; Tur’dan Musa Aleyhisselâm’a vaki olan Rabbanî tecelli  (Allâh’ın isimlerliyle beynindeki potansiyel varlığı) ise nefsinin (benliğinin) hakikatini sembolize eder.

Tur’un sağ tarafına... Yani, Eymen vadisine gelince; O, kişinin hakikatiyle bağlantı noktası olan beyindeki epifiz devresidir (pineal gland).

Epifiz; “iman nûru” denilen, yüksek frekansların ihtiva ettiği derin varlık bilgisinin beyne geçiş kanalıdır. Bu kanal üzerinden beyne geçiş yapan yüksek frekanslar, beyin titreşimini yükselterek bilinci algı sınırları dışına taşır (ya da algı sınırları dışındaki gerçeklere duyarlı hâle getirir). Böylece kişi evreni holografik yapısı ile (yani, orijin yapıda) deneyimlemeye başlar. Bahsettiğim bu deneyim, ölümü tadan herkesin ruhânî algılama ile deneyimlediklerine benzer.

Yüksek frekans desteği ile kişi holografik evrenin bilgi platformunda hareket serbestliği kazanır ve sorgu kapasitesi kadar hologramda seyahat ederek, varlığı ve kendini Allâh’ta (ilâhî yapıda) tanıma lütfuna erer. İşte bu lütuf, birinci bölümde bahsetmiş olduğum üzere kurbiyet açılımıdır.

“Holografik evrenin bilgi platformunda hareket serbestliği” derken, bunu bir yerde sağa veya sola hareket etmek şeklinde tasavvur etmeyelim. Hatta tasavvur dahi edilemez bir durumdur. Çünkü burası kişinin kendini tekil yapıda (zamansızlık ve mekansızlıkta) bulup, evrenle Zâtî boyuttan iletişim kurduğu bir yaşam biçimidir.

“Kesinlikle ben, Rabbinim! Hemen iki nalınını (beden ve bilinç bağlarını terk et; şuur olarak kal) çıkar; gerçekten sen mukaddes vadin Tuva’dasın!” (20.Tâhâ: 12) âyeti ise kişinin beden ve bilinç (egoyu besleyen) bağlarından arınıp, kendini salt şuur olarak bulduğu ölçüde epifizin yüksek frekans desteğinden istifade edebileceğine işarettir.

Æ

Musa Aleyhisselâm, İsrailoğullarını Firavun’un elinden kurtarmak için Mısır’dan Medyen’e doğru hareket eder. Firavun ve askerleri ise engellemek veya öldürmek için onları takip ederler. Muhtemelen Sina yarım adasının Nüveyba bölgesine geldiklerinde, Musa Aleyhisselâm Kızıl Deniz’e asasıyla vurur ve bir yol açılır ve Musa Aleyhisselâm kavmiyle o yol üzerinden karşıya geçer. Bunu gören Firavun da askerleriyle birlikte o yolu geçmek ister, fakat yol kapanır ve Firavun askerleriyle birlikte Kızıl Deniz’de boğulur.

Bu hadise Kur’ân’da şöyle anlatılır: “İsrailoğullarını denizden geçirdik... Firavun ve ordusu haddi aştı ve düşman olarak onları izledi... Tâ ki boğulma hâli erişince: “İman ettim ki tanrı yoktur, ancak İsrailoğullarının kendisine iman ettiği vardır. Ben müslimlerdenim” dedi.” (10.Yûnus: 90)

Burada akla “acaba Firavun iman ile mi vefat etti?” sorusu gelebilir.

Bununla ilgili Muhyiddin Arabî k.s. “Fususül Hikem” isimli kitabında; “Bir şehir halkı çıkıp iman etmiş olsaydı da, sonuçta bu imanlarının yararlarını görseydi! Yunus’un kavmi hariç! (Kavmi, Yunus’un aralarından ayrılıp gitmesinden sonra kendilerine azabın geleceğini hissedip toptan iman ve tövbe ettiler).. İman edince de, dünya hayatındaki aşağılanma azabını onlardan kaldırdık; onları muayyen bir süre (nimetlerimizden) yararlandırdık.” (40.Yûnus: 98) âyetine atfen, korkudan ileri gelen imanın dünyadaki azabı kaldırmayacağını, fakat âhirette fayda vereceğini yazmış... Fakat insanların çoğunda Firavun’un şakî (imansız, cehennem ehli) olduğu görüşü ağır bastığı için, bu hususta bir hüküm vermenin doğru olmayacağını da belirtmiştir.

Gelelim Musa Aleyhisselâm’ın denizi yarması hadisesinin bâtın yönüne...

Üstadım Ahmed Hulûsi “Acı Gelen Gerçek” isimli yazısında hadisenin bâtın yönünü şöyle açıklar:

Musa (aleyhisselâm) gerçekleri açıklayıp, insanları uyarınca, onların üzerine saldırmaya başladılar...

Musa, ilmin gereğini yaşayanlarıyla Mülhimedenizinde geçip giderken; Firavun da kendi kullarıyla Mülhime denizinde yürümeye kalktı!

Musa geçti!!.. İnananları da...

Firavuna tâbi olanlar ise Mülhime denizinde, -pardon Kızıl Deniz’de- boğulup helâk oldular!

Kişi, Mülhime diye tanımlanan anlayış düzeyinde ilham yoluyla (sezgi gibi, bilginin içe doğmasıyla) beden ötesi bir varlık olduğunu hisseder. Fakat ne olduğu hakkındaki bilgisi henüz tamamlanmamış olduğundan, bu konuda yanlış bir fikrin etkisine kapılıp, hakikatten tamamen uzaklaşma tehlikesi içindedir. İşte bu durum, “Mülhime denizinde yürümek” diye tabir edilir. Zira kişi hakikat yolunda ilerlerken her an yanlış bir fikre kapılarak, boğulma tehlikesi içindedir.

Burada kişiyi yanlış bir fikre kapılmaktan koruyacak (Musa Aleyhisselâm gibi, konuya vakıf) bir yol göstericiye ihtiyaç vardır. Zaten Rasûl ve Nebilerin insanlara gönderilmelerindeki ana nedenlerden biri de budur.

Æ

Kızıl denizi geçip Medyen’e vardıklarında, Musa Aleyhisselâm toplumunu kardeşi Harun Aleyhisselâm’a emanet eder ve Rabbiyle buluştuğu Tur dağında ibadet etmek amacıyla kırk gün inzivaya çekilir. Bu hadise Kur’ân’da şöyle anlatılır:

Musa’ya otuz geceyi vadettik... Sonra ona on ekledik; böylece Rabbinin tayin ettiği süreç kırk geceye tamamlandı... Musa, kardeşi Harun’a: “Kavmim içinde benim yerime geç, ıslah et ve fesat çıkarmak isteyenlere uyma!” dedi.

Musa, takdir ettiğimiz süreç tamamlandığında; Rabbi de Ona seslenince (şöyle) dedi: “Rabbim, göster kendini, bakayım sana!”... (Rabbi) buyurdu: “Beni, asla göremezsin!.. Fakat dağa (benlik dağı) nazar et... Şayet (tecelli ettiğimde) dağ hâlâ duyursa, beni görebilirsin!”... Rabbi dağa (benliğine) tecelli edince, onu yok etti. Musa da baygın (benliğini yitirmiş olarak) düştü! Kendine döndüğünde, “Subhansın sen (seni tenzih ederim)! Sana tövbe ettim... Ben iman edenlerin ilkiyim” dedi. (7.A’raf: 143)

Musa Aleyhisselâm’ın Tur dağındaki inzivasının kırkıncı gününün sonunda, Ona benliğinin hakikatinin Allâh (tekil yapı) olduğu gerçeği tecelli eder. Bu müşahedenin meydana getirdiği haşyet ile Musa Aleyhisselâm’ın üzerinden, “kendinde Allâh’tan ayrı varlık görme” fikri tesiri kalkar. Yani, vehmi benliği paramparça olur. Bilinci ise bu farkındalığın etkisiyle serseme dönmüştür. Bilincin bu hâli, “Musa aleyhisselâm’ın bayılması” diye anlatılmıştır.

Abdülkerim Ceylî k.s. “İnsan-ı Kâmil” isimli kitabında bu durumu şöyle anlatır:

“Dağın yıkılması: Musa’nın ALLÂH ile kendinden fâni olmasından ibarettir.

Musa’nın bayılması, “MAHİK” ve “SAHIK”dan ibarettir...

Zira; Musa yok oldu ve kul (olan Musa)’dan eser kalmadı. Nihayet HAK ebedî oldu. Bu bakımdan, Musa Rabbını görmedi, yalnızca ALLÂH, ALLÂH’ı gördü...Bununla beraber, orada Musa denen zâttan başka da bir şey yoktu...

Bu manaya Cenâb-ı Hakk Kur’ân’da:

“(Ey Musa!), sen beni kat’iyyen göremezsin.” (7.A’raf: 143) şeklinde işarette bulunmuştur...

Yani şunu demek istemiştir:

Sen var oldukça ben senden yokum. Eğer beni bulursan sen yok olursun.

Zira, kadimin zuhuru esnasında hâdisin kalmasına imkan yoktur...

Bu manaya Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri:

- “Hâdis kadime yaklaşınca hâdisin eseri kalmaz..” sözüyle işaret etmiştir.

Hazreti Âli de:

- “Ben kaybolunca o meydana çıktı, o meydana çıkınca da beni gayb hâle getirdi” buyurmuştur.

Æ

Gelen BİLGİ içinde İsmail’i de hatırlat (zikret)… Muhakkak ki O sadık-ul va’d (Allâh’a kulluğundan gâfil olmayacağı vaadine sadık) ve Rasûl idi, Nebi idi. (19.Meryem:54)

Va’d, “bir şeyi yapmak veya bir şey için söz vermek” anlamına gelir.

Peki insan Yaratanına vaadi nedir?..

Hatta bu soruya gelmeden önce şu soruya cevap almamız bence daha önemli...

İnsan Yaratanına ne zaman ve nerede vaatte bulunmuştur?..

Bu soruların cevabı ise şu âyette gizlidir:

“Hani Rabbin Âdemoğullarından, onların bellerinden (menilerinden, genlerinden) kendi zürriyetlerini alıp; onları kendi nefslerine şahitlendirerek sordu: “Elestu BiRabbiküm = Rabbiniz değil miyim?”, (onlar da) “KALU = evet, Şehidna = bilfiil şahidiz”... Kıyamet sürecinde, “Biz bundan kozalıydık (gâfildik) demeyesiniz!” (7.A’raf: 172)

Âyette insanların mecaz diliyle insanların henüz sperm aşamasında iken, genetik olarak Rabbini bilme yetisine sahip oldukları bildirilmektedir.

Üstadım Ahmed Hulûsi “Ruhlar Ezelde Mi Yaratıldı” yazısında, bu âyete şöyle açıklık getirir:

“Allâh insanı İslâm fıtratı üzere yaratmıştır” hükmü üzere, her insan henüz sperm hâlinde iken, kendisinde oluşan babasının geninden İslâm fıtratının programını alarak dünyaya gelir.

“Onların bellerinden zürriyetlerini alır” ifadesi genetik olarak intikâl eden İslâm fıtratının sperm hâlindeki varlığına işaret eder ve vurgular!

Yani, sperm hâlindeyken insan -BELLERİNDEN ZÜRRİYET ALINDIĞINDA- fıtrat olarak Rabbini bilme yetisine sahip kılınmıştır...

Varlığın özündeki Yaratıcı boyutun şuursal açılım özelliğini genlerinde barından insanın “vaadine sadakati”; ilk insan olan Âdem Aleyhisselâm ile başlayan ve nesilden nesile intikal eden bu genetik mirası, potansiyelden ile başlayan ve nesilden nesile intikal edenRub'ndan insanın Yra ğidir.eyleme geçirmesidir.

Bunun karşılığında ise “Allâh’ın kuluna vaat ettiği cennet” diye, misal yollu anlatılan şuurun teklik esasına dayalı aşkın yaşam hâlidir.

Vaadine sadık olanlara inzâl olur ilâhî sırlar -Velâyet-;

Onlarla irsâl olur evrensel gerçekler -Risâlet-;

Onlardır, bünyemizdeki yüce potansiyeli eyleme geçirmeye davet edenler

-Nübüvvet-.

Şimdi bu konuya ışık tutan şu üç âyeti dikkatle inceleyelim...

“Onu (Nuh’u) tahta ve çivilerle oluşmuş ile taşıdık. (54.Kamer: 13)

(Tekne) Gözetimimizde akıp gidiyordu. Nankörlük edilene (Nuh’a) bir ceza olmak üzere! (54.Kamer: 14)

Andolsun ki onu (tekneyi insanlar için) bir işaret olarak (geride) bıraktık! Düşünen yok mu? (54.Kamer: 15)

Âyet, “Düşünen yok mu?” diye bizleri uyarır. Çünkü Nuh’un gemisiyle ilgili bu âyetlerde, başka bir gerçeğin gizli olduğunu fark ettirmek ister.

Abdulkerîm Ceylî k.s. “İnsan-ı Kâmil” isimli kitabında bu gizeme şöyle açıklık getirir:

“Ve taşıdık onu (Nuh’u ve onunla iman edenleri) levhalar ve çiviler sahibinin üstünde.” (54.Kamer: 13)

“Biz, gemiye yükledik” denmemiş, “Levhalardan yapılmış şeye” denmiştir. Zira, “Elvâh” levhalar, çiviler, ipler, mânâsına gelmektedir.

“Vehamelnâhû alâsefineh zâti elvâhın ve düsürin” denmiş olsaydı, o zaman: (Zât-ı elvâh) olmayan başka bir şefine (gemi) varmış gibi bir mâna hâtıra gelirdi. Ancak biz burada gizli mana olarak iki şey düşünebiliriz.

  1. Levhalardan ve çivilerden yapılan yüklenilen şeyin gemi olabileceğini...
  2. Veya gemi adı tam olarak geçmediği için Hikmetin taşınmakta olduğunu idrak etmemiz gerekmektedir.”

Benim bundan anladığım ise özetle şudur...

“Onu (Nuh’u) tahta ve çivilerle oluşmuş ile taşıdık. (54.Kamer: 13)

Onu (Nuh’u); Yani, evrensel tekilliğin şuursal açılımı olan Velâyet yaşamını;

Tahta ve çivilerle oluşmuş ile taşıdık; DNA çift sarmalındaki bazlardan oluşan genetik bilgi olarak, kromozomlarda taşıdık.

(Tekne) Gözetimimizde akıp gidiyordu; Bir tekne misali, hücre sitoplazması içinde yüzmekte olan kromozomlar ve taşıdıkları Velâyet genleri, üst düzey görevli varlıklar (Mele-i Âl’â) gözetiminde (mâiyet sırrına da işaret var burada), nesilden nesile intikâl ederek zaman içinde akıp gidiyordu.

Nankörlük edilene (Nuh’a) bir ceza olmak üzere; Nuh Aleyhisselâm’a (ve Risâlet ile Nübüvvet işlevini birlikte yüklenmiş Ul’ül Azm’e), yaptıklarının karşılığı olarak.

Onu bir işaret olarak bıraktı; Nuh Aleyhisselâm (ve Ul’ül Azm) ile irsâl olan bilgiyi (din bilgisini), vefatından sonra ardında kalan insanlar için (onlardan devraldıkları genetik mirasa) bir işaret olsun diye geride bıraktı.

Tıpkı Efendimiz Aleyhisselâm’dan arda kalan Kur’ân ve Ehl-i Beyt (Efendimiz Aleyhisselâm’ın vârisleri olan Müferridûn) gibi.

Varın gerisini siz düşünün.

Æ

Ailesine salâtı yaşamayı ve sâfiyeti emrederdi. Rabbinin indînde mardiye (şuurunda – tecelli-i sıfat) idi. (19.Meryem:55)

“Salâtı yaşamak...”; hakikat bilgisiyle aydınlanmaya yönelik bir yaşam sürmektir.

“Sâfiyet...”; birinci bölümde değinmiş olduğum üzere Allâh’ta (evrensel tekil yapı olarak) kendini tanımak suretiyle, bedensel varlık kabul etme fikri tesirinden arınarak saflaşmaktır.

Æ

Gelen BİLGİ içinde İdris’i de hatırlat (zikret)… Hakikaten O sıddık idi, Nebi idi. (19.Meryem: 56)

Biz Onu yücelik makamına yükselttik. (19.Meryem:57)

Yoğun bir riyâzat, nefse muhalefet ve mücahede ile bilincini her türlü (kendini sadece bedensel varlık kabul etmenin oluşturduğu) noksan sıfatlardan (kayıtlı yaşam biçiminden) arındıran İdris Aleyhisselâm’ın yükseldiği o yücelik makâmı, sistemimizin kalbi (kutbu) olan Güneş semâ’sıdır.

Bu makam aynı zamanda Rical-i Gayb’ın (görevli velilerin) başkanı olan Gavs’ın makâmıdır. (9)

Peki nedir bu semâ katları?..

Kur’ân ve Hadislerde bildirildiği üzere ve tasavvuf kaynaklarından bizlere ulaşan bilgiye göre Dünya’dan Ay yörüngesine kadar olan alanda, yedi kat arz (yer) katları vardır. Bu arz katları, atmosfer tabakalarının geçmişteki tanımıdır. Ayrıca bu katlar, yapısal özellikleri ile birbirini kapsayan boyutlar şeklinde mevcuttur.

Biyolojik bedenimiz itibariyle biz bu arz tabakalarının en dibi olan yedincisinde yer almaktayız. Bizim üzerimizdeki diğer arz tabakalarında “yeryüzü melekleri” ve “cin” denilen, insan gözünün algı sınırları dışında kalan ışınsal varlık türleri yaşamaktadır. Abdulkerîm Ceylî k.s. “İnsan-ı Kâmil” isimli kitabında bu arz katlarından bahseder ve cinlerin en şerlilerinden olan ifrit türünün, arzın altıncı katında yaşamakta olduğunu anlatır.

Semâ katları ise Güneş sistemindeki yedi gezegenin yörüngeleridir. Berzah âlemi ise semâ katlarını içine alan Güneş platformudur. Burası aynı zamanda ölümü tadan insanların geçtiği ruhanî yaşam alanıdır.

Birinci kat semâ, Ay yörüngesidir... İkinci kat, Merkür; üçüncü kat, Venüs; dördüncü kat, Güneş; beşinci kat, Mars; altıncı kat, Jüpiter; ve yedinci kat ise Satürn ve diğer planetlere açılan semâ katıdır. Ondan sonra “yıldızlar Feleği” denilen Galaksiler gelir. “Kürsi” ise “Samanyolu Galaksi”sidir.

Bu konuda Efendimiz Aleyhisselâm şöyle buyurmuştur: “Dünyanız ve yedi kat semâ, Kürsî’nin içinde çöle atılmış bir yüzük halkası kadardır. Kürsî de Arş’ın içinde gene çöle atılmış bir yüzük halkası gibidir.”

Arz katları gibi, Semâ katları da kendi altındaki katları kapsayan boyutlardır. Fakat arz katlarından farklı olarak, semâ katları çok yüksek frekanslı enerji katmanları olup, kendi altındaki katmanları derinden nüfuz ederek kapsar.

Herhangi bir semâ katına ait enerjinin bilgi açılımına eren insan, kapsamındakilere derinden nüfuz ederek hakikatini (yapısal özelliklerini ve evrendeki yerini) kavrayacak bir ruhâniyete sahip olur. Tasavvufta bu özelliğe keşif denmiştir. Çok az bir kısmı ise kapsadıkları üzerinde tasarruf gücüne de kavuşarak, fetih ehlinden olur.

Herhangi bir semâ katına ait enerjinin bilgi açılımı, beyinde o katın frekansıyla rezonansı başlatır. Geçmişte buna “ruhâniyet” veya “ruh gücünün artması” denmiştir. Beyin frekansının yükselmesiyle kişinin bilinci bedenin çekim gücünden kurtulup, şuursal serbest yaşama yükselir. İşte bu duruma âyet; Biz Onu yücelik makamına yükselttik. (19.Meryem:57) diye işaret etmiştir.

Semâ ehlinden ulaşır arz (bedensel özelliklerle kayıtlı yaşam) ehline derin varlık sırları.

Onlar gecenin karanlığında dünyamızı aydınlatan yıldızlardır.

“Onlara yıldız olarak hidâyet ederiz.” (16.Nahl: 16) âyeti, bu gerçeğe işaret eder.

Onlar insanlığı idare eden ve gidişatıyla ilgili görev yapan gizli Allâh Velîleridir.

Doğrusunu Allâh bilir.

 

 

(8) Günümüzde Suudi Arabistan’ın Veliaht Prensi Selman, tarihin en pahalı yatırım projesi olan Neom şehrinin kurulması için, söz konusu bu toprakları da kapsayan 16 bin kilometrekare büyüklüğünde bir araziyi İsrail için ayırmıştır.

(9) Rical-i Gayb (Görevli Veliler) hakkında geniş bilgi isteyenlere, Üstadım Ahmed Hulûsi’nin konuyla ilgili yazılarını okumalarını öneririm.