MÜJDE

Gelen bilgiler içinde Meryem’i de hatırlat (zikret)… Hani o ailesinden (uzakta, mabedin) doğu tarafında bir yere çekilmişti. (19.Meryem: 16)

Meryem Aleyhisselâm’ın annesi Hanne, Allâh’ın kendisine bir erkek çocuğu ihsan etmesini ister ve bunun karşılığında (şükür olarak) o çocuğu Beytül-Maktis’e adayacağını söyler.

“Mukaddes ev” anlamına gelen Beytül-Maktis, Mescid-i Aksa’dır. Beytül Maktis’e adanan çocuklar, ergenlik çağına gelene kadar Tevrat hükümlerinin gereklerine göre yetiştirilirler. Eğitimleri dışında kalan vakitlerde ise mescid’in hizmet işleriyle meşgul olurlar. Ergenlik çağına geldiklerinde ise orada kalmak veya ayrılmak hususunda serbest bırakılırlardı.

Ne var ki beklenilen çocuk kız doğdu. Yahudi şeriatına göre mescide erkek çocuklardan başkası adanmazdı, ama annesi yine de adağını yerine getirdi ve

Meryem Aleyhisselâm Beytül-Maktis’te, Zekeriya Aleyhisselâm’ın himayesi ve terbiyesi altında büyüdü.

Bu konu Kur’ân’da şöyle anlatılır:

Hani İmran’ın karısı: “Rabbim karnımdaki çocuğu herhangi bir şarta bağlı olmaksızın sana adadım; benden kabul buyur. Muhakkak ki sen, Semi’sin, Aliym’sin.” (3.Âl-u İmran: 35)

Vâdesi gelip (erkek olur umuduyla mabede adadığını) doğurunda, “Rabbim, kız çocuk doğurdum”; Allâh biliyordu kızın erkek gibi olmadığını (dişinin erkek işini göremeyeceğini). “Onu Meryem diye adlandırdım. Onu ve neslini, taşlanmış şeytandan korumana bırakıyorum.” (3.Âl-u İmran: 36)

Bunun üzerine Rabbi onu hoşnutlukla kabul etti ve nadide bir çiçek gibi yetiştirdi. Zekeriyya’nın himayesine verdi. (3.Âl-u İmran: 37)

Meryem Aleyhisselâm’a Beyt-ül Makdis’in doğu tarafında bir oda tahsis edildi. O da aile (beden) bağlarından uzak, Allâh’ı özünde bulup hissetmenin kudsiyeti ile rûhani bir yaşam içinde “Onlardan (bedensel varlık kabulü ve bunun oluşturduğu sahte kimlik duygusuna yol açan sebeplerden) kendini tecrid etti…” (19.Meryem: 17)

“Onlardan kendini tecrid etti” ifadesini, “vehmi tahrik eden sebeplerden kendini soyutladı” şeklinde anlamak gerekir. Çünkü vehim (olmayan şeyi var saymak), gerçeği algılamamıza engel olan perdeleyici bir kuvvedir. Bu kuvve birtakım unsurlar tarafından tahrik edilerek, bedensel varlık olduğumuz sanısı içinde bizi birçok gerçekten perdeler.

İşte bu mücerret haldeyken Ona ruhumuzu (ilmi suret – dalga – data yapı) irsâl ettik… (19.Meryem: 17)

Kendini bedensel varlık kabul edenin beyin potansiyeli, bedensel kuvvelerle baskılı çalışır ve bilinci de dar bir dünya algısı içinde tutuklu yaşar. Buna mukabil Allâh isimlerinden meydana gelmiş salt şuur olduğuna iman edip, gereklerine uygun hareket eden ise, mevcut durumuna göre beynin bilinmeyen potansiyellerinin aşkın getirilerine şahit olur. Bu sayede ufku evrensel boyutlara doğru genişleyerek, kendini ilâhî yapıda tanımaya başlar.

Meryem Aleyhisselâm’ın kendini ilâhî yapıda tanıma açılımı, Vechullâh’ı müşahede ile başlamıştır. Bu müşahede Kur’ân’da, “Ne yana dönersen Vechullâh karşındadır (Allâh Esmâ’sının açığa çıkışıyla karşı karşıyasın)!” (2.Bakara: 115) âyetinde belirtildiği üzere, çokluk görüntüsü veren tekil hakikati basiretle görme durumudur.

İşte bu görüş, Yunus Emre’nin “bir BEN var benden içeri” diye ifade ettiği, bedensel varlık kabulünün oluşturduğu sahte kimliğe bürünmüş olan Hakk’ın (hakiki varlığın), öz değerleriyle (teklik esaslarıyla) Meryem Aleyhisselâm’ın bilincinde kendini açık etmesini (belirgin hâle gelmesini) sağlamıştır. “O’na ruhumuzu irsâl ettik...” âyeti, bu durumu anlatır.

Şimdi burada soyut bir kavramın duyulara hitap edecek şekilde fark edilir hâle gelmesinden bahsediyorum!. Anlatmaya çalıştığım bu durum, uykuda gördüğümüz rüyalara (yani, çeşitli anlamların sembolik görüntüler şeklinde algılanmasına) benzer.

Hakiki varlığın öz değerleriyle (teklik esaslarıyla) kendini açık etmesi, O’nu ETKEN; evren ve içindekileri ise EDİLGEN bir konumda belirmesi anlamına gelir. Bu sebepten Meryem Aleyhisselâm’ın beyni O’nu erkek imajına çevirmiş ve böylece Ona (Meryem’e) tam bir beşer olarak göründü. (19.Meryem: 17)

Nitekim, “Eğer O’nu (Rasûlullâh’ı) bir melek kılsaydık (görebilmeniz için) O’nu gene de bir erkek suretinde yaratırdık...” (6.En’am: 9) âyeti bu hususu teyit eder.

Meryem Aleyhisselâm’ın gördüğü bu vizyon (göze dayalı olmayan, zihinsel görme fenomeni), Efendimiz Aleyhisselâm’ın “Rabbimi genç bir delikanlı sûretinde gördüm” diye buyurduğu rüyasına da benzer.

Gördüğü bu vizyonun etkisine kapılan Meryem Aleyhisselâm, bedenin tabiatının da bu müşahedeye dahil olarak zihnini bulandırmasından korktuğu için dedi ki: “Rahmânıma sığınırım senden; eğer çok korunansan (bana yaklaşma)! (19.Meryem: 17)

“Rahmân”, birimin özünü oluşturan Esmâ mertebesidir (Allâh’ın isimlerinin kulundaki {beyindeki} potansiyel varlığıdır).

Rahmân’a sığınmak ise, beyindeki bu potansiyele kayıt getirecek veya örtecek hâllerden sakınmaktır.

(Ruh) dedi ki: “Ben Rabbinin Rasûlüyüm! Sana sâfiye bir oğul hibe etmek için açığa çıktım.” (19.Meryem: 19)

Şimdi Meryem Aleyhisselâm’ın erkek sûretinde gördüğü vizyon, Vechullâh’ı müşahedenin meydana getirdiği “yüksek farkındalığın” sanal temsilidir ve bu temsil aynı zamanda özüyle arasındaki risâlet (elçilik) kanalını da oluşturduğundan “Ben Rabbinin Rasûlüyüm” diye hitap etmiştir.

Risâlet kanalı, mutlak varlık bilgileri(ni) beşerî boyuta transfer eden (fark edilir hâle getiren) bir kuvvedir. Dinde ayal beynimiz gerçek ile imge arasında ayırım yapmaz) bu kuvveye Cebrail denmiştir.

Muhakkak ki O (Kur’ân), Rabb-ül âlemîn’in tenzilidir (hakikatin olan El Esmâ mertebesinden şuuruna boyutsal iniştir)! (26.Şu’arâ’: 192)

Er Ruh-ul Emin (Fuadına yansıyan Esmâ ilmi) Onunla (Cibrîl) indi! (26.Şu’arâ’: 193) âyetleri, bu durumu işaret eder.

Cebrailî kuvvenin elçiliği ile kişi yaşama özün ilmiyle (hakikat noktasından) bakmayı öğrenerek, olayları mantıksal bütünlük içinde değerlendirmeye başlar. Bu durum, Velâyet açılımıdır. Nübüvvet ve Risâlet ise bazı özel kuvvelerin, bu bakışa dayalı değerlendirmeleri kapsamlı hâle getirmesiyle oluşan üst yaşam bâ’slarıdır (yüksek kişilik dönüşümleri).

Æ

Kendisine bir beşer (insanoğlu) dokunmadığı hâlde Meryem Aleyhisselâm nasıl hamile kalmıştır?

Nitekim kavramakta zorlandığı bu mucizevî oluşumun şaşkınlığı içinde (Meryem) dedi ki: “Bana bir beşer dokunmadığı ve ben de iffetsiz bir kadın olmadığım hâlde, benim nasıl bir oğlum olur? (19.Meryem: 20)

Bunun üzerine Cebrâil: “Orası öyle! (Ancak) Rabbin dedi ki: “O, bana kolaydır! Onu insanlar için bir mucize ve bizden bir rahmet olarak açığa çıkaracağız. Bu hükmedilmiş (olup bitmiş) bir işte!” (19.Meryem: 21)

Şimdi, dişisi veya erkeği olmadan üreyen hayvanların var olduğunu biliyoruz.

Örneğin tutsaklıkta yetişen bazı hayvanlar, neslin devamı için bir tür mutasyon geçirerek, erkeğe ihtiyaç duymadan üreyebilmekteler. Tabii olarak evrimle meydana gelen insan bedeninde dahi bu özelliğin potansiyel olarak mevcut olması ve bilvesile tetiklenerek bir anda harekete geçmesine pek şaşırmamalı.

Bazı basit ve yüzeysel düşünenler Meryem Aleyhisselâm’ın hermafrodit (hem erkek hem dişi üreme organına sahip) olduğunu iddia etmekteler. Bense bu tür istisnai vakaların basit ve tutarsız cevaplarla geçiştirilmesi yerine, daha derinden tetkik edilmesi gerektiğinden yanayım.

Uyku veya trans halinde olan bir kişi beyni, etkisi altında olduğu bilginin tesiriyle alışagelmişin dışında çalışarak, metafizik olaylara sebep olabilir. Günümüzde bununla ilgili kayda geçmiş birçok örnek vaka vardır.

Meryem Aleyhisselâm’daki hücre döllenmesini tetikleyen unsur, derin varlık bilgilerini ihtiva eden yüksek frekansların epifiz (pineal gland) kanalı üzerinden beyne geçiş yaparak, beyni domine etmesi ve beyin üzerinden de beden ve bilinci tedbir etmesi şeklinde gerçekleşmiştir.

Beyne geçiş yapan bu yüksek frekanslar, varlıkta etken bir konuma sahip olduğundan, beynin hayal merkezinde erkek sûretiyle yorumlanmış... Gördüğü bu vizyondan etkilenen Meryem Aleyhisselâm’ın kadınsı (etken) tabiatı, tıpkı kişinin rüyada cinsel tatmine ulaşması (orgazma olması) gibi; ilâhî boyuttan gelen bir melekî müdahale ile hamile kalmıştır. Bu yolla oluşan İsa Aleyhisselâm, ruhânî kuvveleri bedensel kuvveleri üzerinde baskın bir bebek olarak Dünya’ya gelmiştir.

Æ

(Meryem) Ona (İsa’ya) hamile kaldı. (19.Meryem: 22)

Meryem Aleyhisselâm, insanların kendisini kınayacağı endişesiyle, hamile olduğunu gizlemek için “Onunla uzak bir bölgeye çekildi.” (19.Meryem: 22)

Ayrıca gebeliğin meydana getirdiği hormonal dengesizliğin aklı bulandırarak, hakikati algıda sapmalara yol açmaması içini vehmi tahrik eden sebeplerden daha da uzaklaşmak amacıyla “uzlet” etti.

Lakin bu tabii vakadan etkilenmemesi mümkün değildi.

Nihayet doğum sancısı ile hurma dalına yapışırken; “Keşke bundan önce ölseydim ve büsbütün unutulup gitseydim” dedi. (19.Meryem: 23)

Onun altından bir ses: “Mahzun olma, Rabbin senin alt tarafında bir dere oluşturdu” diye nida etti. (19.Meryem: 24)

Meryem Aleyhisselâm ilahî hitabı uzaklaşmak istediği yönden (özüyle arasında perde oluşturduğu için sakınmak istediği bedeni yönünden) algıladı. Çünkü insan bedeni, ilâhî özelliklerin kuvveden fiile çıkış mahalli olması yönüyle velâyet yaşamına gebedir.

Nitekim İsa Aleyhisselâm “İnsan iki defa doğmadan semânın melekûtuna ulaşamaz” demiştir. İşte bu ikinci doğum; ibadet, riyâzat ve nefse muhalefet gibi çalışmalarla bilinci bedensellik fikri kısıtlamalardan kurtarıp; beyindeki ilâhî potansiyelden yararlanarak, şuurun sınırsız kuşatıcılığında cennet yaşamına geçişidir. Bu yolda çekilen sancılar ise kutlu doğumun müjdesidir.

“O hurma ağacının dalını kendine doğru salla, üzerine olgun, taze hurma düşecektir.” (19.Meryem: 25)

“Hurma ağacı”, tekillikten meydana gelen evrenin bütünselliğini simgeler.

Bardak içindeki suyun camını kırıp denizle bütünleşmesi misali… Yaratanı ötede bir tanrı (dışsal güç) gibi görme ikileminden kurtulup, mutlak tek varlıkla bütünleşmeye yönelik yaşaması, “O hurma ağacının dalını kendine doğru salla”ması; bu yöneliş ile kişinin hakiki tek varlıkla sekron olmasının hissettirdikleri ve meydana getireceği farkındalıklar ise “üzerine düşen olgun, taze hurma” olarak tarif edilmiştir.

Yani âyetteki hurma misali ile Meryem Aleyhisselâm’a, gebelik sürecinin olumsuz etkilerini bu şekilde kontrol etmesi gerektiği bildirilmiştir.

Nihayet doğum gerçekleşip, İsa Aleyhisselâm dünyaya geldiğinde Artık ye, iç, gözün aydın olsun! (19.Meryem: 26)

Yani, “Kudret-i İlâhî ile meydana gelen çocuk doğmuştur... Artık bedenin bilincini bulandırmasından yana selâmette olup, kendini salt şuur olarak hissetmenin aşkın getirilerini (cennetini) yaşayabilirsin.”

Æ

Eğer beşerden birini görürsen; ‘Ben Rahmân için bir oruç adadım; artık bugün kimseyle konuşmayacağım’ de!” (19.Meryem: 26)

Türkçe’ye “oruç” olarak çevrilmiş “savm” kelimesinin anlamı “kendini tutmak”tır.

Oruç; şuursal bir varlık olan insanın öz değerleriyle yaşaması için… Yani, teklik esasına dayalı ilâhî bir yaşam sürmesi için, bedensel dürtülerini kontrol altına alması amacıyla teklif edilmiştir.

Kişi oruca gecenin alaca aydınlığa dönüşmesi ile başlar ve Güneş’in kaybolması vaktine kadar yeme, içme ve seksten kesilmek suretiyle bedenin tabii isteklerine hükmeder. Bununla beraber gıybet (dedi kodu) etmemek, yalan söylememek gibi, kendini bedensel varlık kabul etmekten kaynaklanan bireysel çıkarlara sevk eden hâllerden sakınır. Bu avamın orucudur.

Bir de Meryem Aleyhisselâm gibi, öze eren seçkinlerin orucu vardır.

Meryem Aleyhisselâm, başından geçen bu doğum mucizesinin sebebini insanlara izah edemeyeceğinden Allâh’a tevekkül etmiştir. İşte Meryem Aleyhisselâm’ın orucu, tevekkülüdür.

Bazen insanın elinden bir şey gelmediği, aciz kaldığı durumlar vardır. Böyle zamanlarda vehmin güdümü altında korkuyla hareket edip hata yapmaktansa; Hakk’ın (mutlak varlığın) beynindeki “El Vekil” ismi özelliğinin bu konuda selâmete çıkaracağına güvenerek sabretmek, ilahî ahlak icaplarına uygun erdemli bir davranıştır.

Nitekim Meryem Aleyhisselâm da öyle yapmıştır.

Böylece (Meryem) çocuğu kucağında, ailesinin yanına döndü… Dediler ki: “Ey Meryem! Andolsun sen korkunç bir iş yapmışsın!” (19.Meryem: 27)

“Ey Harun’un kız kardeşi! Senin baban kötü bir kişi değildi… Senin anan da iffetsiz bir kadın değildi.” (19.Meryem: 28)

Meryem oruçlu olduğundan konuşmayıp, çocuğu işaret etti (ona sorun gibisinden)… “Kundaktaki bebekle ne konuşabiliriz ki!” dediler. (19.Meryem: 29)

(Bebek İsa) konuştu: “Kesinlikle ben Allâh kuluyum; bana Bilgi (Kitap) verdi ve beni Nebi olarak meydana getirdi.” (19.Meryem: 30)

İsa Aleyhisselâm’ın beşikte konuşması, doğumu gibi bilfiil vuku bulan mucizevî hadiselerdendir.

İsa Aleyhisselâm İsrail oğulları içinden çıkan son Nebi’dir.

Nübüvvet işleviyle, Yahudilerin dine olan bakış açılarındaki sapmaları düzeltmeye çalışmış; Risâlet işleviyle de İncil’i (müjde olan bilgiyi) irsâl etmiştir.

“Meryemoğlu İsa’ya da beyyineler (hakikat bilgisinin apaçık tasdiki olan hâller) verdik.” (2.Bakara: 87) âyetinde belirtildiği üzere, İsa Aleyhisselâm’ın doğumu ve yaşamı; evrensel tekilliğin şuursal yansıması olarak meydana gelen insanın, bedensel özelliklerle kayıtlı olmadığının açık bir kanıtı olarak insanlık için bir müjdedir. 

Ayrıca İsa Aleyhisselâm, evrensel tekilliğin Zât’î hakikatine dair bir takım (tabiri caizse) hissedişleri ifade edememenin eksikliğini fark etmiş ve kendinden sonra bunu dile getirecek (Ahadiyet vasfıyla {tekil bir yapı olması yönüyle} Yaratanı açıklayacak) bir Rasûlün geleceğini... Yani, Efendimiz Muhammed Mustafa Aleyhisselâm’ın geleceğini de müjdelemiştir.

Şöyle ki, “Hani Meryemoğlu İsa dedi ki: “Ey İsrailoğulları... Muhakkak ki ben size Rasûlullâh’ım! Tevrat’tan önümde olan için bir tasdik eden ve benden sonra gelecek ismi AHMED olanı müjdeleyenim!” (61.Saff: 6)

Evet, bu kısa bilgiden sonra biz tekrar kundaktaki bebek İsa Aleyhisselâm’ın konuşmasına dönelim.

“Nerede olursam olayım beni bereketli kıldı… Salâtı (sürekli Rabbime yönelik yaşamayı) ve sâfiyeyi hükmetti, Hayy olduğum sürece!” (19.Meryem: 31)

“Anneme hayırlı kıldı; zorba mahrum kılmadı!” (19.Meryem: 32)

“Dünyaya geldiğimde, ölümü tattığımda ve ölümsüz olarak bâ’s olduğumda, Es Selâm üzerimdedir.” (19.Meryem: 33)

Bu son iki ayetin açıklamasını kitabın birinci bölümünün sonlarında yapmıştım.

Æ

İşte İsa, Meryemoğlu… Hakkında şüpheye düştükleri gerçek! (19.Meryem: 34)

Yani hıristiyanların, oluşumunu değerlendiremedikleri için İsa Aleyhisselâm’ı Allâh’ın oğlu olarak niteleyip, doğru anlayıştan sapmalarına yol açan hadisenin iç yüzü böyledir.

Çocuk edinmesi (kendinden gayrı mevcut olmayan El AHAD-üs Samed) Allâh için olacak şey değildir; O, Subhan’dır! Bir işin olmasını hükmederse onun için yalnızca “Ol” der; olur. (19.Meryem: 35)

Rasûl ve Nebilerin Yaratana dair açıkladıklarını “ötede bir tanrı ve yeryüzündeki kulları” şeklinde anlayan çoğunluk; evrensel tekilliğin yansıtıcısı olan beynin metafizik kuvveleriyle hareket eden, İsa Aleyhisselâm gibi seçkinleri de kafalarında tasavvur ettikleri bu tanrı anlayışıyla ilişkilendirmeye çalışmış ve “Allâh’ın oğlu” gibi akla, mantığa ve bilime ters fikirlere kapılmışlar.

Halbuki günümüz bilimsel gelişmeleri, evren ve içindekilerin enerji boyutundaki bölünmez bütünlüğünden dolayı gerçekte TEK bir VARLIK olduğunu ve bunun tanrılık mefhumuyla da bir ilgisi olamayacağını açık ve kesin delillerle gözler önüne sermiştir.

Kesinlikle Allâh’tır benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz! O’na kulluk etmekte olduğunuzu fark edin… Bu sırat-ı müstakimdir. (19.Meryem: 26)

Her birim, özdeki Yaratıcının ezelde (yani, kendi boyutunda - kuantum potansiyelde) takdir etmiş olduğu amaca uygun bir oluşumla evrende yerini alır... Ve yer aldığı evrende, tıpkı beynin beden üzerindeki tasarrufu gibi; TEK bir SİSTEM BİLİNCİ’ne bağlı olarak oluşumun gereğini yerine getirir. İşte, doğru anlayış budur.

Çeşitli anlayıştakiler (Ulûhiyetin TEK’liğinden perdeliler) aralarında ayrılığa düştüler (Allâh’a iftira attılar)(19.Meryem: 37)

İnsanlar, Rasûl ve Nebilerin hakikate dair açtıkları bilgi üzerinde yaptıkları kişisel yorumlarla (fetva gibi) görüş ayrılığına saparak türlü inanç, mezhep, cemaat vs. gruplarına bölünüp, zihinleri bulandırdılar (anlaşılması basit bir konuyu, uzatarak içinden çıkılmaz hale getirdiler).

Yaşanacak azametli sürecin dehşetinde yazık olacak o hakikat bilgisini inkâr edenlere! (19.Meryem: 37)

Bu ve sonraki üç ayet bizleri ölüm sonrası yaşam konusunda uyarır. Çünkü din, ölümsüz bir şuur olan insanın sadece dünya yaşamında menfaat sağlaması için değil; ölüm sonrası yaşamın her aşamalarında da yararlanması amacıyla bildirilmiştir.

Başka bir ifadeyle din kapsamındaki tüm bildirimler, sadece beş duyu gibi dar bir perspektifin oluşturduğu (evrende bir iğne ucu kadar yeri olmayan) ve ömrü kısa olan bir yaşam alanını (dünya hayatını) esas alarak değil; ölümün tadılmasıyla fark edilecek ve deneyimlenecek olan çok boyutlu evren açısından, yaygın bir skalada ve evrensel kapsamda bir bildirimdir.

“Mutlaka siz, boyutlar değiştirerek o boyutların uygun bedenlerine dönüşeceksiniz!” (84.İnşikak: 19) âyetinde belirtildiği üzere insan, bedenin ölümüyle yok olmayıp, yaşamını türlü boyutsal dönüşümlerle sonsuzda devam ettirecek bir şuurdur.

Rasûl ve Nebilerin Yaratana dair bildirdiklerine iman etmekten amaç, ötede bir bir tanrının varlığını kabul edip, ona tapınmak için değildir!. Bu bildirimler, modern bilimsel veriler eşliğinde incelenirse eğer, asla ötede bir tanrı (dışsal güç) kavramından bahsetmediği rahatlıkla anlaşılacaktır.

Abdulkerim Ceylî k.s. “İnsan-ı Kâmil” isimli kitabında “Allâh ismi insana aynadır” diye yazar. Bu cümle, insanın kendini Allâh’ta tanıması için söylenmiştir. Daha açık bir ifadeyle Allâh ismi, insanı anlatmak (ve tarif etmek) için kullanılmıştır... Allâh ismi insanın, varlığını ilâhî boyuttan (Allâh isimlerinden) alan, şuursal bir varlık olduğuna işaret eder.

Kendini bedensel varlık kabul etmenin oluşturduğu sahte kimliğin uyum sağlayabileceği tek yaşam alanı Dünya’dır. Beden öldüğünde, bedensellik fikrine dayalı oluşmuş bir kişilik ruhu, sonraki yaşam şartlarına uyum sağlayamaz. İşte bu uyumsuzluk sıkıntısı, “kabir azabı” ile başlayan ve gittikçe artacak ıstıraba dönüşür.

Buna mukabil, ilâhî boyutun şuursal yansıması olduğu kabulüne dayalı oluşmuş bir kişilik ruhu için ölüm sonrası, onun kendini daha rahat ifade edebileceği bir yaşam olacaktır.

Ölümün tadılması ardından biyolojik beden terk edilerek, beynin elektromanyetik dalga faaliyetiyle meydana getirdiği ruh beden yaşamına geçilir ve ruhanî algılamanın sağlayacağı avantaj ile insanlar (Hakikati) işitecekler, görecekler bize gelecekleri süreçte! Ne var ki bugün, o zâlimler apaçık bir sapkınlık içindedirler. (19.Meryem: 38)

Onları, olayın sonucunun yaşanacağı, hasret süreci hakkında uyar! Onlar kozaları içinde ve iman etmemiş bir hâldeyken (iş bitirilecek). (19.Meryem: 39)

Ne arz kalır ne de üstünde herhangi bir şey! Hepsi bize (hakikatlerine) döndürülürler. (19.Meryem: 40)

Æ

İsa Aleyhisselâm hakkında yanlış bilinen bir diğer hususta çarmıha gerildiği zannıdır. Yahudilerin çarmıha gerilmesine sebep olup, katlettiklerini zannettikleri kişi İsa Aleyhisselâm’a benzeyen bir başka kişidir.

İsa Aleyhisselâm ise “iki bin sene sonra tekrar aranıza döneceğim” diyerek, biyolojik beden boyutundan ayrılıp, ruhanî (ışınsal) bedeniyle (ölüm sonrası yaşam boyutu olan) berzah âlemi yaşamına geçmiştir.

Bu durum Kur’ân’da şöyle açıklanmıştır: “Biz, Allâh Rasûlü Mesih, Meryemoğlu İsa’yı katlettik” sözleri yüzünden... Gerçekte Onu ne katlettiler ne de haça astılar; sadece onlara öyle benzetildi (asılan). Onun hakkında tartışanlar bu konuda tam bir şüphe içindedirler; bu konuda kesin bilgileri yoktur, zanlarına göre konuşurlar. Kesin olan, İsa’nın katledilmediğidir! (4.Nisa: 157)

Bilakis Allâh Onu kendine yüceltti! Allâh Aziyz’dir, Hakiym’dir. (4.Nisa: 158)

Efendimiz Aleyhisselâm’ın da belirttiği üzere İsa Aleyhisselâm yakın bir zamanda ruh bedenini yoğunlaştırmak (materialize etmek) suretiyle tekrar Dünya’ya dönecek ve Mehdi’ye (Efendimiz Muhammed Aleyhisselâm kaynaklı ilmi açana) tabi olup, diyet olarak ta Deccal’i öldürecektir. (5)

Doğrusunu Allâh bilir.

 

(5) Mehdi, İsa ve Deccal hakkında daha fazla bilgi isteyenlere veya konunun seyrini merak edenlere Üstadım Ahmed Hulûsi’nin ilgili yazılarını okumalarını öneririm.