BİR VÂRİS

Rabbinin, kulu Zekeriyya’ya rahmetini hatırla (zikret). (19.Meryem: 2)

Rablık mefhumu, Allâh’ın Rubûbiyet mertebesine işaret eder.

Rubûbiyet, oluşumun özündeki (Yaratana atfedilen) oluşturucu kuvveler bütünüdür. Bu oluşturucu kuvveler Kur’ân’da “Esmâ ül Hüsnâ” olarak bildirilmiştir.

Allâh ismiyle işaret edilen Yaratıcı, Zât’ı itibariyle oluşumlardan gani (beri); Esmâ’sı ile oluşumun Rabbidir. Bir diğer ifadeyle çokluk görüntüsü veren TEK bir BEN vardır ve o BEN, Esmâ’sıyla oluşumun özünü teşkil etmektedir.

Nitekim; “HÛ” ki, sizi Nefs-i Vâhide’den (TEK BİR NEFS’ten – Tek bir benlikten) inşa etti...” (6.En’am: 98) âyeti, çokluk algısının teklik esası üzere meydana geldiğini anlatmaktadır.

Bundan dolayıdır ki insan özünde mevcut olanı... Hatta özü olanı, dışında aramasın diye Kur’ân’da; “Nefslerinizde (Benliğinizin hakikati)! Hâlâ (fark etmiyor) görmüyor musunuz?” (51.Zâriyat: 21) uyarısı yapılmıştır.

Tüm boyutları ve sayısız türleriyle evrenin tâbi olduğu oluşum yasalarına ise Kur’ân’da “Sünnetullâh” denmiş; ve bu evrensel yasalar Efendimiz Aleyhisselâm tarafından, tekil varlığın oluşturma âdeti anlamına gelen, ilâhî ahlak olarak nitelenmiştir.

“Allâh ahlâkıyla ahlaklanın” hadisi, ölümsüz olan insan için mutlak huzur ve mutluluğun, Dünya’nın mekâna dayalı ve zamanla değişen örf ve adetleriyle değil; tüm mevcudatın tâbi olduğu, zaman ve mekân üstü (evrensel) gerçeklerle hâllenmesiyle mümkün olacağı anlamında söylenmiştir.

Sözü fazla uzatmadan biz tekrar Rablık mefhumuna dönelim.

İsmi Allâh olan tekil hakikate atfedilen özelliklerin (Esmâ’sının) insanı oluşturacak bir biçimde tertip olduğu yapı, beyindir. Dolayısıyla beynimiz, Allâh’ın bünyemizdeki Rubûbiyet mertebesidir.

“Rabbimiz” diye yöneldiğimiz Yaratıcı ilim ve kudret bize ötemizden değil; nefsimizin (benliğimizin) hakikati olarak, beynimizden icabet eder! Nitekim bu gerçek Kur’ân’da: “Hareket eden hiçbir canlı yoktur ki O (Rabbimiz) alnınDA (alnın arkasındaki beyninDE var olarak) tutmuş olmasın.” (11.Hûd: 56) şeklinde açıklanmıştır.

Gelelim konumuz olan âyetteki “Rabbinin” ifadesine...

Burada Efendimiz Aleyhisselâm’a, Zekeriya Aleyhisselâm ile ortak bir Esmâ zuhuruyla var olduğu bildirilmektedir. İkisi arasındaki bu ortak payda, El Veliyy ismi özelliğinin kapsamlı açığa çıkışı olan Velâyet kemâlâtıdır.

Velâyet, hakikat şuuruyla yaşamaktır.

Kendini Esmâ ile tanımlanan özellikler sahibi olarak oluşumun fevkinde (çokluğun ardındaki teklik boyutunda) bulup, ilâhî yapıda (Allâh’ta) tanıma açılımına eren kişi; getirisi kudsî (bilinci, beden/beşeriyet kayıtlarından beri) ve ruhânî (ilâhî kuvvelere dayalı aşkın) bir yaşam sürer. İşte bu kudsî ve ruhânî yaşam, Velâyet açılımıdır. Risâlet ve Nübüvvet ise Velâyet kapsamındaki üst düzey yaşam hâlleridir.

Efendimiz Aleyhisselâm bir hadisinde şöyle buyurur: “Nebiler anneleri ayrı, babaları bir kardeştirler.”

“Babaları bir kardeştir” ifadesi Nebilerin, Velâyet yaşamına yol açan Vahdet (teklik) esasına dayalı Tevhid (bütünsel {evrensel} bakma) içgüdüsüyle (tasavvuf tabiriyle, “Akl-ı Küll’den ilham alarak”) var oldukları anlamında söylenmiştir.

Nebiler arasındaki farka gelince…

Fark, annelerinin ayrı olmasından kaynaklanır.

İnsan embriyosunun anne rahmindeki gelişimi sürecinde “anasal etki” genlerinin önemli bir rolü vardır. Bu genler erken embriyonun temel eksenlerini (bedenin şeklini) belirlemekle beraber; kişinin içinde yer alacağı ortam şartları ile toplumun değer ve normlarına uyumu için gerekli fiziksel (ırksal) özellikleri de sağlar. Bireysel bazda anne faktörü, dünya ile oluşacak bağımızı belirlerken; aynı zamanda bir neslin oluşumunda da önemli bir rolü vardır.

Şimdi Efendimiz Aleyhisselâm’ın “babaları bir kardeştir” açıklaması, her Nebi’nin teklik esasına dayalı olarak işlevini yürüttüğü anlamına söylenmiştir.

Fakat bir Nebi’nin işlevini nasıl ifa edeceğini ise yetiştiği ortam ve çevre şartları belirler. Dolayısıyla bir Nebi’de meydana gelecek ilâhî açılım (ki, bu Rasûl için de geçerlidir), onun mensubu olduğu toplumunun ıslahı (hakikat yolundaki gelişimi) açısından gerekli olana bağlıdır. İşte bu husus “anneleri ayrı” diye ifade edilmiştir. Tabi ki bu benim değerlendirmem.

Şeyh-i Ekber Muhyiddin Arabî k.s. “Fusûs ül-Hikem” isimli kitabında, bu konuyla ilgili şöyle der: “Rasûller ümmetlerinin bulunduğu hâl ve mertebede bulunurlar. Bu itibarla Rasûllerde Risâletlerine ait ilimden ancak ümmetlerinin eksiksiz ve artıksız muhtaç oldukları kadar bir hisse vardır.”

Nitekim, “Rasûllerden bazısını bazısından daha üst özellikli kıldık.” (2.Bakara: 253) âyeti, bu gerçeğe dayalı bildirilmiştir.

İşte söz konusu bu ayırıcı faktörden dolayı Rabbinin (Hz. Muhammed Aleyhisselâm’dan farklı olarak) Zekeriya Aleyhisselâm’a has, içinde bulunduğu ortam ve şartlar gereği ihtiyaç duyduğu konuda bir rahmeti vardır. Bu rahmet, sadece mevcut soruna çözüm olmakla kalmayıp, aynı zamanda bakış açısına bir boyut kazandırarak ufkunu da açacaktır.

Æ

Hani O, Rabbine derûnundan yönelmişti. (19.Meryem: 3)

Âyetin orijinal Arapça’sında “İz nada Rabbehu nidaen hafiyya“... Yani, “Hani o, Rabbine hafî bir nidayla nida etti” diye geçer.

Bu âyet üzerinde biraz duralım...

Tasavvufta “Letaif-i Hamse” (Beş Letâif) denilen, kişinin bedeninden hakikatine doğru derinleşen boyutlar “Beden-Nefs-Kalp-Ruh-Sır-Hafî-Ahfâ” şeklinde tasnif edilmiştir.

Üstadım Ahmed Hulûsi bu letâifeleri şöyle açıklar:

AHFÂ: Şuurdakileri meydana getiren Esmâ mertebesi

HAFÎ: Sıfat tecellisi

SIR: Şuurdakiler (Esmâ tecellisi)

RUH: Fuad (Esmâ manalarını yansıtıcısı)

KALP: Şuur

NEFS: Bilinç

BEDEN: Madde yapı

İşte Zekeriya Aleyhisselâm’ın Rabbine “Hafî”sinden seslenmesi, sıfat tecellîsiile... Yani, insandaki yedi bilinç düzeyinden (yedi nefs mertebesinden) Mardiye şuuru ile beynin çalışma sisteminden yararlanma durumunda olduğuna işarettir.

Başka bir ifadeyle mâiyet hissi ile (oluşumun hakikatinin Allâh Esmâ’sı olmasından dolayı, her sûrette tedbir edenin (fâilin) TEK olduğu şuuru ile) Rabbineyönelmişti.

Konuyu biraz daha açmaya çalışıyım.

Kur’ân, “Andolsun ki fevkinizde yedi yol (yedi bilinç mertebesinin yaşam yolu – evrendeki tüm yaratılmışlar bu yedi düzeyden birini yaşar) yarattık...” (23.Mu’minûn: 17) âyetiyle, evrendeki tüm yaratılmışın yedi bilinç düzeyinden birinde olduğunu bildirir. Bunlar sırasıyla Emmâre, Levvâme, Mülhime, Mutmainne, Radiye, Mardiye ve Sâfiye’dir.

(Tüm mertebeleri kendinde toplayan) İnsan, belirli arınmalar neticesinde Emmâre diye tanımlanan, bedenin güdümü altındaki özünden perdeli bir yaşam derekesinden kurtulup; Sâfiye diye tanımlanan, hakikat farkındalığının (veya kendini tanımanın) en üst seviyedeki yaşam hâline ulaşabilecek bir beyin kapasitesiyle meydana gelmiştir.

Mülhime, ilham yollu hakikat parıltılarının başladığı bilinç düzeyidir. Fakat bu düzeyde yanlış bir fikrin etkisine kapılıp tekrar Emmâre’ye düşme tehlikesi vardır. Mutmainne ise kişinin hakikat nûruyla aydınlandığı bilinç düzeyi olarak Velâyet yaşamının ilk basamağı;KURB (yakîn) hâlinin başlangıcıdır.

Kurbiyet (yakınlık); özüne ışık tutacak olan beyin potansiyellerinin getireceği yüksek farkındalıktır. Bu sayede kişi kendini ilâhî yapıda, O tekil hakikat olarak bulup tanımaya başlar ve takdir edildiği ölçüde gereğini yaşar.

Kurbiyetin (yakîn hâlinin) üç derecesi vardır:

Yakîn hâlinin birinci derecesi, “İlmel Yakîn” dir ve bu Mutainne düzeyindeki farkındalıktır;

Yakîn hâlinin ikinci derecesi, “Aynel Yakîn”dir ve bu Radiye düzeyindeki farkındalıktır;

Yakîn hâlinin üçüncü derecesi ise “Hakkel Yakîn”dir ve bu da Mardiye düzeyindeki farkındalıktır ve bunun bâtını (içe dönük yönü) Sâfiye’dir.

Mardiye şuuru (bilinç düzeyi), mûcizelere gebe bir hâldir. Zira kendini bu düzeyde tanıyan, varlığını oluşturan ilâhî kuvvelerle (o kuvvelerin sahibi olarak) tahakkuk etmeye başlar.

İmansızlarda görülen olağanüstü hâllerden (istidraç) farklı olarak Rasûl ve Nebilerin mûcizeleri ve Velilerin kerâmetleri, Kurb’un üçüncü derecesi olan Hakkel Yakîn’den kaynaklanan sıra dışı beyin açılımlarıdır. Kurbiyetin getirdiği bu sıra dışı açılımlar ile kişide ancak Yaratana atfedilecek belirli mârifetler (beceri ve hünerler) hâsıl olur. (1)

Æ

Zekeriya Aleyhisselâm derûnundan Rabbine yönelerek; “Rabbim… Gerçek ki, kemiklerim gevşedi, saçlarım ağarıp bembeyaz oldu! Rabbim, sana dua edip de hiç hüsrana uğramadım…” (19.Meryem: 4) diye dua eder.

Âyetten anlaşılacağı üzere Zekeriya Aleyhisselâm Nübüvvet (insanlara ölüm ötesi yaşam saadetini kazandıracak şartları bildirme) işlevini yerine getiremeyecek kadar yaşlandığını itiraf eder ve devamında “Muhakkak ki ben, arkamda kalacakların neler yapacağından korkarım…” diyerek, işlevini yerine getirmediği taktirde mensubu olduğu toplumun akıbetinin belirsizliğinden korktuğunu veya endişe duyduğunu (çünkü insanlar kendi hâllerine bırakıldıkları vakit yoldan çıkmaya meyillidirler); “Karım ise zaten kısır!” ifadesinin zâhir anlamı, Nübüvvetin genetik yolla çocuğunda devam etmesinin mümkün olmayacağını... Âyetin bâtın yorumu ise beyindeki aklın yeri olan prefrontal korteks’in, toplumunu bu belirsizlikten uzun vadede kurtaracak bir çözüm üretemediğini belirttikten sonra...

“O hâlde ledünnünden bana bir velî hibe et.” (19.Meryem: 6) diyerek, mevcut soruna çözümü ilâhî boyuttan talep eder. Zira “ledünnünden” ifadesinin Türkçe karşılığı “indinden” olup, hükmün açığa çıktığı Yaratıcı boyuta atfen söylenmiştir.

Başka bir ifadeyle çocuk sahibi olamayacağını düşünen Zekeriya Aleyhisselâm, genetik olarak (bilkuvve) Nübüvvet istidadına sahip olan herhangi bir kişide, bu özelliğin işlevsel hâle gelerek misyonunda ona yardımcı olmasını talep etmektedir. Şöyle “Ki bana da vâris olsun, Âl-i Yakup’a da vâris olsun… Rabbim onu rızanla yaşattıklarından eyle.” (19.Meryem: 6)

Yani, “öyle bir çözüm olsun ki, Âl-i Yakup’tan genetik irtikalle gelen Nübüvvet işlevinin devamını sağlasın” diye dua ile talebine açıklık getirir.

Hazır yeri gelmişken, Efendimiz Aleyhisselâm’ın “imanlının silahıdır” diye buyurduğu “DUA” konusu üzerinde de biraz duralım.

Teknik olarak dua, beynin elektromanyetik (EM) dalga faaliyetinden yararlanma çalışmasıdır.

Dua ederken düşünce gücüyle beyin dalgalarımızı isteğimizin gerçekleşmesi yolunda işlevlendirip, varlığı derinden (kuantum seviyesinden) etkileriz. Böylece fiziksel gücümüzün (ve malum imkanlarımızın) tükendiği yerde, beynimizdeki ilâhî potansiyelden istifade ederek olanaklarımızı artırır ve bu şekilde yeni imkanların oluşmasını teşvik ederiz.

Rasûllerin, Nebilerin ve Velîlerin“Allâh adına tedbir ve tasarruf etme yetisi”, beyin dalgaları ile varlığa derinden etki yaparak yön vermeleri şeklinde gerçekleşir.

Üstadım Ahmed Hulûsi dua’nın önemini kısaca şöyle anlatır:

“Dua” yönlendirilmiş beyin dalgalarıdır! “Dua” özünüzdeki Allâh Esmâ’sından gelir; beyninizden, amaca yönlendirilmiş dalga olarak açığa çıkar ve hedefe ulaşır!.. Yani, ötendeki bir tanrıdan talep değil, özündeki Allâh’tan çıkan istektir!

Bir diğer yönden “dua”, umduklarına ulaşmanın en güçlü silahıdır; özündeki Allâh’a ait kuvvet ve kudretin sendeki değerlendirilişidir!

Takdirde varsa, “dua” edersin ve onunla olacağa yön verirsin!.

Evet, takdirde varsa!.

Hakkıyla imanı yaşamak için, işin bu kısmını da anlamak önemlidir.

Biz yaşamın nasıl gelişeceğini bilmediğimizden, kendi özgür irademizle olayların akışına müdahale ettiğimizi sanırız. Gerçek ise bunun tam aksine işler.

Evren, tek bir anlam ifade eden bütünsel bir yapıdır. Dolayısıyla evren içinde meydana gelen her birim, oluşumunun gereğini bütünsellikle uyumlu yaşar. Tıpkı tek bir yapı olan bedendeki hücre ve organlar gibi...

Duamız (isteklerimiz) dahi gerçekte yaşamın akışıyla (olayların gelişimiyle) paralel bir yol izler. Dolayısıyla yaşamın akışı bizi dua etme yolunda harekete geçirirse eğer; biz, duamızla akışa yön veren pozisyonuna geçeriz. (2)

Æ

Şimdi Zekeriya Aleyhisselâm dua gücünden istifade ederek, ilâhî boyuttan mevcut soruna bir çözüm istemiştir.

Buna mukabil ilâhî rahmet ise müşkülüne, ondaki Nübüvveti genetik yolla devralıp devam ettirecek bir oğulla çözüm getirmiş ve bu durum kendisine vahiy (yani, yüksek sezgi gibi... beynin üstün alıcı kuvvelerinin gerekli bilgiyi “içe doğma” şeklinde bilinçte açığa çıkarması) yoluyla şöyle malum olmuştur; “Ey Zekeriyya… Seni, kendisinin ismi Yahya olan bir erkek çocukla müjdeliyoruz… Daha önce Ona bir adaş da yapmadık (hiç kimseyi Yahya ismi ile isimlendirmedik).” (19.Meryem: 7)

Âyette “Daha önce Ona bir adaş da yapmadık…” ifadesi, Zekeriya Aleyhisselâm’ın geleneksel olarak devam ettirdiği Tevrat hükümlerine dayalı Nübüvvet işlevinin, Yahya Aleyhisselâm ile devam etmesi yanı sıra; Yahya Aleyhisselâm ile dine dair daha önce bir benzeri olmayan bilginin açılımına ve bunun insanlara dikey bir yükselme (anlayışta seviye atlatma) sağlayacağına işaret etmektedir. Bu açılım bir müjdedir ve bu müjde, İsa Aleyhisselâm ile gelen İncil’in (müjde olan bilginin) hükümlerindendir.

Bu husus bir başka âyette şöyle açıklanmaktadır; O mabette Rabbine yöneliş hâlindeyken, melâike Ona nida etti: “Allâh’tan sana Bi-kelimeyi (İsa - özel kuvvelerin açığa çıktığı Allâh kelimesini) tasdik edici, seyyid (kuvvelerinin efendisi), hasur (nefsaniyetini kontrol eden) sâlihlerden bir Nebi olarak (varlığındaki Hakk’ı yaşayan) Yahya’yı müjdeler.” (3.Âl-u İmran: 39)

Eşinin mucizevî yolla hamile kalmasına akıl erdiremeyen Zekeriya Aleyhisselâm hayretle dedi ki: “Rabbim, karım kısır ve ben de ihtiyarlıkta sınıra ulaşmış olduğum hâlde, benim nasıl bir oğlum olur?” (19.Meryem: 8)

Rabbinden gelen cevap: “Orası öyledir” dedi (Rabbi)(Ancak) Rabbin dedi ki: “O bana kolaydır… Sen (anılır herhangi) bir şey değilken, daha önce seni halketmiştim.” (19.Meryem: 9)

Eşinin bu sıra dışı hamile kalması durumunu, kapsamlı bir algılamanın sağlayacağı vukuf ile değerlendirip hazmetmek isteyen Zekeriya Aleyhisselâm dedi ki: “Rabbim! Bana bir alâmet ver…” Dedi ki: “Senin işaretin, sorunun olmadığı hâlde, insanlarla üç gece süresince konuşmamandır.” (19.Meryem: 10)

Muhyiddin Arabî k.s. “Tefsir-i Kebirinde bu âyete şöyle açıklık getirir: “Maddi meşgalelere dalıp tabii işlere karılıp his insanlarıyla konuşmamandır.”

Kişi manevî bir sebepten dolayı dışa yönelimini... Yani, beşeriyet (bedensel varlık olduğu) hissi ve fikri veren çevre (sosyal) ilişkilerini kestiği vakit, bedenin beyin üzerindeki etkisini de asgariye indirmiş olur. Bu sayede beyin duyarlılığı artış kazanır ve sezgi gücü gibi, kişinin mental gelişimini destekleyen bazı kuvveler serbestlik kazanır. İşte bu uygulamayla kişi, kavramakta zorlandığı birtakım oluşların hikmetlerine akıl erdirecek duruma gelir.

Bedensel algılama araçlarımız olan beş duyumuz, bilincimizi yüzeysel bir yaşamda sabitler. Biz eğer bu yüzeysel yaşamdan kendimizi kurtarıp, varlık bilgisinde derinleşerek yeni keşiflere yelken açmak istiyorsak, beyin üzerindeki beden asgariye indirmek zorundayız... ki örtülen potansiyeller gün yüzüne çıkarak görüş alanımızı genişletsin.

Böylece (Zekeriyya) mabetten halkının yanına çıktı ve onlara: “Sabah - akşam tespih edin” diye işaret etti. (19.Meryem: 11)

Zekeriya Aleyhisselâm müşkülünü etrafına açık etmeyip, insanlardan onu bir müddet kendi hâline bırakmalarını ister. Bu kıssadan bize çıkan hisseye gelince…

Bizler de herhangi bir konuda, kendi imkanlarımızla üstesinden gelemediğimiz takdirde umutsuzluğa kapılmayıp; bir yandan dua gücünden istifade ederek, yaşamın doğal akışına isteklerimiz doğrultusunda yön verirken... Diğer yandan ise o konuda bizim için hayırlı bir sonucun oluşacağı güvencesi ile Allâh’atevekkül ederek (beynimizdeki El Vekiyl ismi özelliğinin gereğini yerine getireceğine iman ile) yaşamımıza devam etmeliyiz. Tabi ki o hayırlı sonucun işaretlerini algılayıp değerlendirmek istiyorsak eğer, beynimiz üzerindeki beden baskısını kaldırmak için bir müddet dünya işleriyle meşguliyetimizi azaltarak halvete veya uzlete çekilmek icap eder.

Æ

Bundan sonraki üç âyet Zekeriya Aleyhisselâm’a vâris olan Yahya Aleyhisselâm’dan bahseder.

“Ey Yahya! Hakikat Bilgisine sımsıkı sarıl!” (19.Meryem: 12)

(Yahya’ya) olayların oluş nedenlerini, sistemi OKUma özelliğini verdiğimizde, daha çocuktu! (19.Meryem: 12)

Bölümün başında Nebilerin, Velâyet yaşamına yol açan Vahdet (teklik) esasına dayalı Tevhid (bütünsel bakma) “güdümü” ile var olduklarını yazmıştım.

Söz konusu bu içsel güdüm sadece Nebi ve Rasûllerde olmayıp, yüksek dereceli Velilerde de vardır. İmam-ı Gazalî k.s. “Mişkatü’l Envar” (Nurlar Feneri) isimli kitabında buna “kudsî peygamberlik ruhu” demiştir.

Güdümün kaynağı beyindeki epifizdir (pineal gland).

Bedenimiz ve bedensel algılama araçlarımızdan (sinir sistemi üzerinden) beynimize akandüşük diye nitelenen frekanslar, bilincimizi dünya yaşamına hapseder. Buna mukabil Rasûl, Nebi ve yüksek dereceli Velilerin epifizlerindeki yüksek frekans desteği ise, özdeki Yaratıcı boyutla rezone olmamızı sağlayarak, bir yönüyle bedensel algılama sınırları dışındaki evrene açılmaya teşvik eder (tasavvufta “Seyri Âfakî” denilen durum); diğer yönüyle de benliğimizin hakikatine uzanan derin hissedişlere sebep olur (tasavvufta “Seyri Enfüsî” denilen durum).

İşte âyette geçen “Ey Yahya! Hakikat Bilgisine sımsıkı sarıl!” komutu, epifizden kaynaklanan ve sahibini hakikat müşahedesine yönlendiren böyle bir içsel güdümdür. Bu husus Kur’ân’da işaret diliyle şöyle açıklanmıştır:

Andolsun ki biz semâda (beyinde) burçlar meydana getirdik (beyinde hakikat müşahedesini oluşturan özel alanlar {pineal gland} oluşturduk) ve ona ibretle bakanlar için (çeşitli özelliklerle) bezedik. (15.Hicr: 16)

Onu şeytan-ı racîm’den (amigdalanın oluşturduğu birimsellik – kaybetme korkularından) biz koruduk. (15.Hicr: 17)

Ayrıca Rasûl ve Nebiler daha çocuk yaşta çelişkiden uzak, olgun düşünce ve davranışlarla kendilerini belli etmelerinin sebebi bu içsel güdümdür. Öyle ki, bu zevat daha çocuk yaşta tanrı kavramına dayalı inanç biçimlerindeki türlü çelişkileri fark edip, daha tutarlı bir sistem arayışı içine girerler. Yine bu içsel güdüm, beynin prefrontal korteks alanının (aklın) gelişimiyle orantılı olarak daha da belirgin hâle gelir.

Æ

Ve ledünnümüzden bir ruhanî hayat ve bir sâfiyet (zekât) verdik… Korunma konusunda çok hassastı! (19.Meryem: 13)

“Ledünnümüzden” ifadesinin anlamına altınca âyette değinmiştim.

“Ruhanî hayat”; beynin esas potansiyelinin aşkın getirilerini yaşamak için kendini salt şuur olarak hissetmektir.

“Sâfiyet”; gerçek kimliğine ulaşmak için bilincini bedensel varlık kabul etme fikri tesirinden arındırmaktır.

“Korunma konusunda çok hassastı...”

Yani, “yaşamın gerçeklerine vakıf olan Yahya Aleyhisselâm, özünden perdelenmenin acı sonuçlarını yaşamamak için gerekli tedbiri alma hususunda çok dikkatli hareket ediyordu.”

Başka bir ifadeyle, Yahya Aleyhisselâm konunun ciddiyetini idrak etmiş biri olarak, Nübüvvet hükümlerine (şerî emirlere) sımsıkı sarılmıştı.

Æ

Ana-babasına iyi davranırdı, zorba ve âsi değildi. (19.Meryem: 14)

Tasavvufta “anne”Nefs-i Küll’ün, “baba” da Akl-ı Küll’ün sembolüdür.

Nefs-i Küll, her şeyin kendinden meydana geldiği “evrensel enerji”; Akl-ı Küll ise o enerji’deki “bilinç”tir. 

“Allâh’ın kudret sıfatının zuhuru” diye tabir edilen ve hayatın kaynağı olan bu enerjiye Kur’ân’da “Ruh” denmiştir.

Tüm boyutları ve türleriyle evren, Ruh’taki ilâhî manaların (Allâh isimlerinin) sanal seyrinden ibarettir. Her yüzden yansıyan O’nun vech’i (mânâları) olduğundan, çokluk görüntüsü veren tekil varlıktır. “Ne yana dönersen Vechullâh karşındadır (Allâh Esmâ’sının açığa çıkışıyla karşı karşıyasın)!..” (2.Bakara: 115) âyeti, bu gerçeğe işaret eder.

Bu ara Ruh olarak tanımlanan evrensel enerji, kuantlardan (küçük enerji paketçiklerinden) oluşur. İslâm dininde “melek” olarak tanımlanan bu temel enerji öğeleri ise kuantum potansiyel alanında düzenlenerek evren ve kapsamındaki şeyleri meydana getirir.

Konuya biraz daha açıklık getirmeye çalışıyım...

Atom altı kuantsal boyutta hiçbir şey birbirinden ayrı (bağımsız) olmadığı gibi; gerçekte hiçbir şey arasında farkta yoktur. Kısaca kuantsal boyutta varlık tekil bir yapıdır (tek bir varlıktır).

Burayı anlamak önemlidir... Çünkü beynimiz kuantsal yapı özellikli olduğundan, ondan açığa çıkan bilinçte de boyutsal tekilliği, kavrama, hissetme ve yaşama özelliği vardır. Nitekim, “Onu tesviye edip (beden beyini kemâle erdirip), ona Ruhumdan (Esmâ manalarımın özelliklerinden) nefhettim (üfledim)…” (15.Hicr: 29) âyeti ile insanda, Ruh’taki şuurla yaşama özelliği olduğuna işaret etmektedir.

“Ben, benzeriniz olan, bir beşerim (dolayısıyla siz de benim gibisiniz); sadece (sizden ayrıcalıklı olarak) Ulûhiyetin TEK’liği şuuruma vahyolunuyor!” (18.Kehf: 110) âyeti dahi bu anlamda inzâl olmuştur.

Yani bilincimiz beden ile lokalize olmuş bir yapı şeklinde, parçacık özelliği gösterirken; dalgasal yönü ile her şeyle bütünleşmiş olan evrensel enerji ve bilincin bizzat kendisidir. İşte bu, Kur’ân’daki Ruh ve tasavvuftaki “Vahdet-i Vücud” (varlığın tekliği esası) bahsinin bilimsel açılımıdır.

Einstein’in E=mc2 formülü, her şeyin teklik esasına dayalı oluştuğunun matematiğidir. Holografik evren modeli ise bunun sistemini açıklar.

İnsan, varlığın hayat kaynağı olan Ruhtaki şuurla (tekil bir yapı olduğu farkındalığı ve hissi ile) yaşama kapasitesiyle meydana gelmiştir. Hâl böyle olunca, insandan tabii olarak oluşumun hakkını vermesi beklenir... Ki bu, “anne ve babaya iyi davranmanın/âsi olmamanın” derin anlamıdır.

Gelelim âyetin bu derin anlamı gerekleri üzerine kurulmuş, insanın dünyevî yaşamındaki yansımalarına..

Malum olduğu üzere hayvanlarda, yaşlanıp elden ayaktan düştükleri vakit anne ve babaya bakmak gibi bir durum yoktur. Anne ve babaya bakmak sadece insanda olan bir haslettir. İşte bu haslet, insanın seçkin yaratılışından kaynaklanan vicdanî bir güdümdür.

Küçükken kendisini kollayan ve merhametle yetiştiren anne ve babasına, ihtiyarlığında onlara karşı mütevazı davranması ve bakması, özünün gereklerine dayalı hareket etmesi ya da hakikatine olan tutku ve vefasından ileri gelen bir davranışıdır.

Æ

Dünyaya geldiği, ölümü tattığı ve ölümsüz olarak bâ’s olduğunda, Selâm üzerindeydi. (Bâ’sın vefatın hemen sonrasında olduğuna işaret.) (19.Meryem: 15)

Âyetteki “ölümü tatmak” ifadesi, insanın bedensel ölümle berzah yaşam boyutuna geçmesi anlamı yanı sıra... Efendimizin Aleyhisselâm’ın “ölmeden önce ölmek” diye tanımladığı ve tasavvufta Fenâ hâli denilen duruma da işaret etmektedir. “Ölümsüz olarak bâ’s olduğunda” ifadesi ise Bekâ hâline işaret eder.

Efendimiz Aleyhisselâm’ın vefatı üzerine Hz. Ebu Bekr’in; “Allâh sana ikinci bir ölümü tattırmaz” sözü bu gerçeğe dayalı söylenmiştir.

Fenâ hâli; Oluşumun boyutsal derinliğindeki oluşturucu boyutun tekilliğini idrak etmenin neticesinde, hiç bir şeyin kendine özgü bir varlığı olmadığını fark etmenin hissettirdikleridir. Tasavvufta bu farkındalığa “İbn-ül Vakt” (vaktin oğlu) denmiştir.

“Her şey (şey’iyeti itibarıyla) yoktur...” (28.Kasas: 88) âyeti, bu hâlin dile gelişidir.

Bekâ: Kendini oluşturucu boyutun değerleriyle (teklik esasına dayalı) tanıma hâlidir. Tasavvufta “Ebû’l Vakt” (vaktin babası) denilen kemâlâttır.

“Zül’Celâli vel’İkrâm Rabbinin vechidir (Esmâ mânâları) Bakıy olan!” (55.Rahmân: 27) âyeti ise bu hâli dillendirir.

Şunu da belirtmeden geçemeyeceğim...

Az önce anlatmaya çalıştığım Fenâ hâlini, Efendimiz Aleyhisselâm’ın “Fakr iftiharımdır” hadisiyle eş anlamlı kabul etmemek gerekir. Çünkü Efendimiz Aleyhisselâm’ın bu ifadesi, Allâh dışında varlık görme vehmi tesirinden tam anlamıyla arınmış olmaktan bahseder. Burada bilen ve bilinen ya da gören ve görülen ikilemine yer yoktur. Dolayısıyla Efendimiz Aleyhisselâm’ın iftiharı olan Fakr, Bekâ kapsamında değerlendirilmesi gereken bir durumdur. (3)

Ve “Selâm üzerindeydi…”

Yani, yaşamının her aşamasında bilinci bedenin tabii kayıtlarından beri olup, gerçek kimliğinin icaplarını hazmıyla yaşama durumundaydı.

Æ

Zekeriyya Aleyhisselâm ile ilgili bu kıssa, Efendimiz Aleyhisselâm ile son bulan Nübüvvet devrinin ardından başlayan Velâyet devri hakkında önemli ipuçları da vermektedir.

Efendimiz Aleyhisselâm bir açıklamasında şöyle buyurmuştur: “Benim ümmetimin Velileri Beni İsrail Nebileri gibidir.” Efendimiz Aleyhisselâm’ın burada bahsettiği Velîler, Nübüvveti Tarifiye sahibi (Nübbüvet’in irfanı açılmış) velilerdir ve her Velî, bir Nebi’nin vârisidir (o Nebi’nin feyz aldığı kaynaktan beslenir).

Nitekim bu gerçeğe dayalı olarak Efendimiz Aleyisselâm; “Her devirde beni temsilen bir kişi; İsa’yı temsilen üç kişi; Musa’yı temsilen yedi kişi; İbrahim’i temsilen kırk kişi vardır.” diye buyurmuştur.

İşte bu zevat vârisi olduğu Nebi’nin kemâlâtından hisse almış olarak, insanların ebedî saadetleri yolunda Nübüvvet müessesesine hizmet eder.

Doğrusunu Allâh bilir.

 

 

(1) Nefs mertebeleri, Yakîn hâlleri, Keşifve Fetih hakkında daha fazla bilgi isteyenlere Üstadım Ahmed Hulûsi’nin konuyla ilgili yazılarını okumalarını öneririm.

(2) “Dua” hakkında daha fazla bilgi isteyenlere Üstadım Ahmed Hulûsi’nin “Dua ve Zikir” kitabını okumalarını öneririm.

(3) Fenâ ve Bekâ hakkında daha fazla bilgi isteyenlere, Üsadım Ahmed Hulûsi’nin konuyla ilgili yazılarını okumalarını öneririm.