Üçüncü Hadis-i Şerif

Rasulullah (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurdu:

- “Salacağınız bir ip, mutlaka sizi ALLAH’a ulaştırır...”



Bu hadisin hem urûc ile ilgili hem de evrenin tüm insanları kapsayan genel işleyiş sistemiyle ilgili anlamı olduğunu düşünüyorum.

ÖNCE URÛC İLE İLGİLİ ANLAMI ÜZERİNDE DURALIM...

Yapılan ibadet ve riyazetler beyni bedensel algının sınırları dışındaki evrene duyarlı hale getirir...

“Hassas olduğunuz saatlerde dua etmeyi ganimet biliniz... Çünkü bu hâl rahmet saatinin hâlidir...” hadisi gereğince... Kişi bu haldeyken tam bir odaklanma ile hakikatine yönelirse, artezyen kazmakla su kaynağına ulaşma misali, hakikatine dair ilham (içe doğan bilgi) yollu bir takım hissedişler ve farkındalıklar yaşar. Dinde buna urûc denmiştir.

Urûc’un gayesi Mir’ac’tır.

Mir’ac, Allah ismiyle açıklanan Vahidü’l Ahad’ın (sayısal çokluk kabul etmez TEK’in) Rubûbiyetinden (Esmâ’sı ile işaret edilen kemâl vasıfların terkip hükmüyle açığa çıkışından) meydana geldiğini müşâhede etmektir.

Allah’a vuslatın bu ilk aşaması, Rasulullah (s.a.v.) Efendimizin: “Nefsine arif olan, Rabbine arif olur” açıklamasındaki sırra ermekle ilgilidir.

Artık kişi bedensel varlık olmadığını anlamış, beynine talim olan (programlanan) Esmâ ile vasıflanmış bir şuur (Hakkanî varlık) olduğu gerçeğine ermiştir.

Bundan sonra “Mübdî Mârifet” diye işaret edilen, Allah’a vuslatın ikinci aşaması vardır.

Bu da bilincini mevcut kayıtların ötesine geçirerek, evrensel boyutlarda kendini tanımayı sağlayacak gerekli Esmâ’yı beyinde kuvveye (beyin devresine) dönüştürme çalışmalarını yapmakla olur.

Bu husus Âl-i İmran Sûresi, 103’üncü ayette şöyle açıklanmaktadır:

“Hep birlikte varlığınızdaki Esmâ hakikatine (uzanan) Allah ipine sarılın ve ayrılığa düşmeyin. Üstünüzdeki Allah nimetini hatırlayın.”

Yani, “hakikatinizi bedensel kayıtların ötesinde, kemâl derecede/evrensel değerleriyle bilmenizi ve yaşamanızı sağlayacak Esmâ, potansiyel olarak beyninizde -Rabbin beyninDE- mevcuttur... O halde toplu olarak/birlikte hakikatinizi kemâl derecede/evrensel değerleriyle bilmenizi ve yaşamanızı sağlayacak bir takım düşünsel ve eylemsel çalışmalar yaparak gerekli Esmâyı beyninizde kuvveye dönüştürün (beyinde işler bir devre haline getirin).”

Allah’a vuslatın üçüncü ve en son aşaması “Mûtu kable’l-ente mût” diye işaret edilen, bedensel varlık sanısından kurtularak, hakikatini evrensel değerleriyle yaşama halidir.

Bu da beyindeki El-Bâis isminin dönüştürücü gücüyle bedensel varlık sanısının sonlandırılması, akabinde El-Veliyy isminin terkibinde ağırlık kazanmasıyla gerçekleşir.



HER İNSAN OLUŞUMU GEREĞİ İKİ PERSPEKTİFTEN bakabilme yetisine sahiptir...

Zaten insandaki bu iki perspektiften bakabilme yetisi dikkate alınarak Kur’ân nazil olmuştur.

Rasulullah (s.a.v.) Efendimiz dahi insandaki bu iki perspektiften bakabilme özelliğine dayalı olarak açıklamalarda bulunmuştur.

Kur’ân ve Hadis okurken dikkat etmemiz gereken çok önemli bir inceliktir bu.

Hz. İsa (a.s.) ’nın: “Sen insanca düşünüyorsun, yaratan Rab gibi değil” söylemi, insanda mevcut bu iki perspektiften bakabilme yetisine işaret etmektedir.

Birinci perspektif , insanın doğumuyla birlikte bedensel yaşam şartları içindeki gelişimi sürecinde kendini bir birim kabul etmesiyle oluşur. Bu insanın HALK/halkiyet (yaratılmışlık) yanıdır…

İkinci perspektif ise hakikatine erme yolunda yapılan, bilinci bedensellik kabulünün oluşturduğu sahte kimlik vehminden arındırma çalışmalarıyla, beyni epifizden geçiş yapan yüksek frekanslara karşı duyarlı hale getirip, ilham yollu özün ilmiyle bakma açılımıdır. Bu da insanın HAK/Hakkanî yanıdır…

Birinci perspektif , bedenin düşük frekans etkisi altında baskılı çalışan beynin zihinsel fonksiyonlarının (ben kavramı, akıl, fikir, hayal, idrak, vehim, himmet ve hafıza) oluşturduğu bilinç boyutudur. Kişi bilinç boyutu itibariyle yaratılmış olduğundan muhtaç olup, ihtiyaçları için yaşar.

İkinci perspektif ise kişinin şuur boyutudur.

Daha önce de üzerinde durdum, ama yeri geldikçe daha sık ve farklı açılardan üzerinde duracağımız bir konu...

Epifizden beyne geçiş yapan yüksek frekanslar beynin genel performansını (beyinsel faaliyetleri) artırır (beynin zihinsel fonksiyonlarında performans artışı meydana gelir). Bu sayede beyin bedensel algılamanın oluşturduğu koza dünyası dışındaki evrenden ilham yollu bilgi alır. Bu bilgi bir Esmâ potansiyeli olan beyinde kendi cinsinden olan kuvveleri harekete geçirip, kişinin evrensel mânâda aydınlanmasını sağlayarak bedenin kısıtlamalarından kurtarır.

İşte bu husus bahsettiğim ikinci perspektiftir...

Kişi şuur boyutu itibariyle yaratılmaktan Ganîyy olduğundan TAMdır (eksiksiz) ve bilinç kapasitesi kadar hakikatini kemâliyle (beynine talim olan Esmâ kuvveleriyle/Rabbanî kudretle) yaşar.

HADİSİN TÜM İNSANLARI KAPSAYAN evrenin genel işleyiş sistemiyle ilgili ikinci anlamı ise şöyledir...

Bizden açığa çıkan her fiil “geribildirim (feedback)” sistemiyle bize geri dönüp, beynimizdeki El-Hasiyb mekanizması gereğince değerlendirilir ve fiilin konusu doğrultusunda beyinde ilgili Esmâ’yı potansiyelden kuvveye dönüştürerek algımızı, dolayısıyla bilincimizi forme eder. Böylece biz, bizden açığa çıkan her türlü düşünce ve eylemlerimizin sonuçlarını yaşarız.

“Fakire verdiğin sadaka önce Allah’ın eline düşer...” hadisindeki mantıkla...

Yani çapraz okuma denilen, “ayeti bir başka ayetle” ya da “hadisi bir başka hadisle” veya “ayeti hadisle” deşifre ederek çözüme ulaşma metoduyla “salacağınız bir ip, mutlaka sizi ALLAH’a ulaştırır...” hadisini anlamaya çalışırsak…

Bizden açığa çıkan her fiil, salmakta olduğumuz bir ip misali, bizi ÖNCE İSMİ ALLAH olan Vahidü’l-Ahad’ın Esmâ’sının açığa çıkış sistemi gerçekleriyle yüzleştirir!

Allah Esmâ’sının açığa çıkış sistemine ters düşen düşünce ve eylemlerimiz, beyindeki El-Hasiyb mekanizması gereğince değerlendirilip âhirinde bizi yaşam gerçeklerinden uzaklaştırarak, ebedî yaşantımızı cehenneme (acı ve ızdıraba) dönüştürürken; Allah Esmâ’sının açığa çıkış sistemine uyumlu olan düşünce ve eylemlerimiz de, yine beyindeki El-Hasiyb mekanizması gereğince değerlendirilip âhirinde hakikatimizle aramızdaki perdeyi kaldırarak, ebedî yaşantımızı cennete (huzur ve mutluluğa) dönüştürür.

ASLINDA TÜM MESELE beyni varoluş gayesi istikametinde kullanabilmektir.

Varlıkta kendinden gayrına yer olmayan ve Allah ismiyle işaret edilen Vahidü’l Ahad (sayısal çokluk kabul etmez TEK), ilmi noktasında(!) Esmâ’sı ile işaret edilen öz vasıflarının sistemsel açılımıyla, her an yeni bir şan alarak (bize göre) sonsuzda gelişen evreni meydana getirmiş; Esma’sının açılımı olan evrende tekliğinin azâmetini, ihtişamını ve kemâlini seyredip yaşamak için de insanı var etmiştir.

Beynin bu ana gayesi, bedenin yetersizliği ya da beklentilerimizin karşılanmamasıyla, bir şekilde engellendiğinde zorlanır.

Beyin kendisini zorlayan bir konunun üstesinden gelebilmesi için veri tabanına göre faaliyetlerini artırır ve bu da yeterli olmazsa sigortası atar. Beyin sigortasının atması ise farkındalık alanımıza kızgınlık olarak yansır ve biz başlarız yanmaya!

Kızgın cehennem alevleri içinde kızardıkça öfkemiz artar.

Kimi insanlar kendi içlerindeki ateşi tutuşturan ellerin kendi dışında olduğunu düşünür ve beklentilerine engel teşkil eden veya kaybettiklerine sebep gördüğü o ellere kızar, kınar, suçlar.

Yaşamın gerçeklerini bilmediğinden, olayların beklentileri doğrultusunda gelişeceği zannı basiretini kör etmiştir.

Bizi yakan ateşin esas sebebi, yaşamı objektif bakışlarla gözlemlemeyip, nasıl gelişeceğini öngörememenin ya da istenilene ulaştıracak bir şekilde olaylara yön verememenin sükût-u hayalidir.

Kimi insanlar içlerindeki ateşi tutuşturan ve kızıştıran o kızgın cehennem alevlerinin kendi idrak yetersizliğinden kaynaklandığını bilir ve her yanış onları yaşamın gerçekleriyle yüzleştirerek şartlanmalarından arındırır.

Arındıkça, içten içe yakan ve öfkesini körükleyen o kızgın cehennem ateşi de sönmeye başlar. Zira yanmasına sebep olan gerçeğin önündeki örtü artık kalkmış, hakikat ortaya çıkmıştır.

Yanlış ve yersiz bir şey kalmaz, her şey yerli yerince ve olması gerektiği gibidir.

Gerçeğin önündeki perde kalkınca kişinin kızması da biter... Suçlaması, kınaması, üzülmesi veya üzüp kalp kırması da son bulur.

Allah’a tevekkül eder (beynindeki El-Vekiyl Esmâsının, onun için en hayırlı sonucu oluşturacağına iman eder) ve yine beynindeki dayanma kuvvesiyle (Es-Sabûr) sabreder.

Hilm ile yaşadıklarını genel sistem içindeki yerine göre değerlendirmeye alarak, hakikatini bilmenin erdemini yaşar.

Doğrusunu bilen Allahtır...